“Demiştim şu durakta biraz daha kalalım
Biraz daha..
Biraz daha ceplerimde kelepçesiz ellerim.
Demiştim, gidip geniş bir bulut alalım
Çünkü yarın
Gökyüzü üzerimde hep dikdörtgen kalacak…”
(y.o.)
Tel örgülerle örülmüş yüksek duvarlar ve duvarlar arkasında görünmez hayatlar… İnsanların onurlarının, fikirlerinin, kişilik ve kimliklerinin darcık mekânlara sıkıştırılıp yok edildiği bir süreç. Yaşamların, ışıkların, sağlıkların mengene altında tutulduğu, insanca yaşam koşullarının hiçe sayıldığı mekânlardır cezaevleri.
“Kader mahkûmu” olarak adlandırılarak, baştan bir kabullenmeyle her türlü zulme, baskıya, ezaya reva görülen insanların hayatlarının mahkûm edildiği yerlerdir cezaevleri. Bazen koğuşta çıkan bir yangın, bir firar, isyan ya da buna benzer sebeplerle gündemimize düşse de, düştüğü gibi hafızamızdan silinip gider cezaevleri ve içinde yaşayan mahkûmlar. “Nasıl bir yerdir burası, idari yapısı nasıldır? Mahkûmlara nasıl muamele edilir, buraların fiziki yapısı insan yaşamına uygun mudur?” diye sormayız. Ve çoğu zaman hiçbirimizin aklına, gündemine gelmez tellerle örgülü duvarlar ve duvarların arkasında kocaman dünyalarını daracık avlularda veya hücrelerde volta atarak yaşamaya çalışanlar.
Oysa en başta insan olmamızın, özelde ise Müslüman olmamızın gerekliliklerinden birisi de, insanların ve de Müslüman kardeşlerimizin derdiyle hemhal olmak, onların sorunlarını, sıkıntılarını paylaşmak ve sıkıntılarına ortak çözümler aramaktır. 7 Haziran 2012 tarihli “Cezaevlerinde Kardeşlerimiz VAR!” başlıklı yazımda cazaevleri sorununun Türkiye’nin kanayan bir yarası olduğunu ve farklı kimliklerdeki insanların düşüncelerinden dolayı yıllardır cezaevlerinde olumsuz koşullar altında mahkûm edildiklerinden bahsetmiştim. Cezaevlerindeki fiziki koşulların insan yaşamını ciddi boyutlarda tehdit ettiğini biliyoruz. En lüks yerin havalandırma bölümü olan cezaevlerinde ciddi bir sevk sorunu yaşanmakta, yine ceza içinde ceza olarak adlandırdığımız tecrit olayı, mahkumların çıplak halde aranmaları, sağlık sorunları karşısında duyarsız davranılması ve tedavi süreçlerinin gerçekleştirilmemesi gibi benzer sorunlar ne yazık ki hala sürmekte ve devletin yetkilileri cezaevi sorunları karşısında olumlu bir adım atmamakla beraber sanki sorun yokmuş gibi davranmaya devam etmektedirler.
En son gündemimize düşen Hizbullah Davası’ndan tutuklu olan Fikret Bayram’ın durumu, cezaevlerinde ki mahkûmlara uygulanan muamele sürecini en güzel şekilde özetlemektedir. Fikret Bayram 14 yıldır cezaevinde tutuklu. Suçu veya üzerine atılan suç nedir bilmiyorum. Ama o bir insan. Ve o Müslümanlarla beraber. Omirilik felci olan Bayram’ın vücut fonksiyonlarının yüzde 92’si kullanılmaz halde. Omuzlarından aşağısını hissetmiyor ve günün nerdeyse 24 saatini yatarak geçiriyor. Kişisel bakımını tek başına yapamıyor. Bu nedenle de başkalarının yani koğuş arkadaşlarının yardımı olmadan yaşayamıyor. Bütün bu sıkıntılara rağmen Fikret Bayram ısrarla cezaevinde tutuluyor.
1998 yılında Fikret Bayram için İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu’ndan kalıcı sakatlık raporu çıkar. Ve bunun üzerine Bayram, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından affedilir. Ancak devam eden mahkeme 2009 yılında sonuçlanır ve Fikret Bayram tekrar tutuklanarak tekrar cezaevine konulur. Bunun üzerine Bayram ikinci kez adli tıp kurumuna başvurur. Önceden verilmiş olan “yüzde 95 sakat ve bakıma muhtaçtır” raporu görmezden gelinerek aynı kurum tarafından bu kez “sürekli hastalığı yoktur” raporu verilir. Böylece Fikret Bayram bu şartlar altında tam 14 yıldır cezaevinde tutularak adeta ceza üstüne ceza, işkence üstüne işkence görmekte ve zamanlarını Bayram’a yardım etmekle geçiren arkadaşları da hem fiziki olarak hem de manevi olarak ikinci kez cezaya çarptırılmaktadır.
Fikret Bayram’ın cezası bununla da sınırlı kalmaz. Felçli haline bakılmadan kaldığı Batman M Tipi Cezaevinden ailesine kilometrelerce uzaklıkta bulunan Bayburt’a sevk edilir. Şu an için sevki geçici olarak durdurulmuş. Ancak olumlu bir adım atılmazsa Bayram’ın, Bayburt’a sevki gerçekleşecek ve böylece Fikret Bayram ailesinden kilometrelerce uzağa gönderilerek artı bir zulme maruz kalacak.
Fikret Bayram için Adelet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı’na mektuplar yazıldı. Şu ana kadar ne yazık ki olumlu bir gelişme söz konusu olmadı.
Daha öncede İslami Hareket davasından dolayı tutuklu bulunan ve vefat eden Cengiz Sırtıkaya da tutukluluk sürecinde gördüğü işkenceler neticesinde felç olmuş ve felçli haliyle uzun zaman cezaevinde tutulmuştu. Bu insanlar “adi/adli” suçlu değil, “siyasi” suçlu. Bu insanlar İslami kimliklerinden ve duyarlılıklarından dolayı yasakçı ve totaliter Kemalist zihniyetin elinde mahkûm. Mahkûmiyet nedenleri Batıcı adalet sistemi ölçüleriyle de mahşeri vicdan ile de tartışılabilir. Ama bu tartışma bir yana, Müslüman mahkumların onurları ve insanlıkları hiçe sayılmakta ve bu insanlar mer’i kuralların dışında da artı cezalara çarptırılmakta, mahkum hakları, alenen çiğnenmektedir.
En son Fikret Bayram’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından affı için imza kampanyası başlatıldı. Birçok internet sitesinde imza kampanyasına ulaşmak mümkün. En azından Fikret Bayram için ve demir parmaklıklar arkasında adını bilmediğimiz nice Fikretler için bir imzamızı esirgemeyelim. Çünkü Fikret Bayram’ın özgürlüğünü istemek, özgürlüğü için küçük bir imza atmak aynı zamanda asıl suçlunun yasakçı Kemalist düzenin kendisi olduğuna da inanmaktır. Eğer Fikret Bayram felçli haliyle cezaevinde gözlerini hayata kapatırsa ne onurumuz, ne insanlığımız, nede vicdanımız bizi affeder.
Hayat; baskılar, işkenceler, direnişler, kaçışlar, adanışlar, güller ve dikenler arasında geçmekte ve bizi gözetlemektedir. Yani hayat tanıklık etmektedir bize ve yapıp ettiklerimize…
“Eleyse subhin bi garip, eleyse subhin bi garip”
“Sabah yakın değil mi? Sabah yakın değil mi?”
Ve biliyoruz ki fıtri ölçülerle mutabık, onurlu bir hayat sürenler, direnip dayananlar için “sabah hep yakındır”.
zehra türkmen / milat