Faruk Kuzu- Araştırma/ DOĞRUHABER
 
Son güçlü (İslam Devleti) Osmanlı’nın dağılmasıyla İslam Coğrafyası tüm hatlarıyla sömürü ve dejenerasyona açık hale gelmiştir. Kadisiyye Savaşı’ndan 1800’ün başlarına kadar tarihin öznesi, etken faili iken bu dağılmayla İslam dünyası askeri ve kültürel taarruzlara açık hale gelerek basit bir nesne, edilgen bir coğrafya halini almıştır.


İslam’ın öğretileri, Nebinin uygulamalarıyla zıtlık arz eden bu durumdan, ümmet, silkinip üzerindeki ölü toprağından kurtulmayı başaramadı.


İnsanlık ailesi tüm bilgi – beceri ve yeteneklerinin nehirlerin denize akması gibi, toplanarak “Batı Medeniyeti” olgusunu tarih sahnesine çıkarmıştır. Tarihin hep tekerrür ettiğini unutan Batı, yakın yıkım tarihini (iki dünya savaşını) dahi hatırlamaz olmuş, gidişatının daim olacağı zehabıyla ulaştığı güç refah trendiyle din – düşünce ve felsefede de insanlık tarihinin zirvesine ulaştıklarını iddia ederler.


Garaudy’nin eleştirisiyle, “Batılılar kendilerinden başka kimseyi görmez oldular. Sanki İslam Dünyasının, Uzakdoğu’nun din ve felsefeleri yokmuş gibi davranmaya başladılar.” Batı âlemi 1945’ten sonra şartsız birleşme yoluna giderek sorunlarını iç potasında eritmiş, rakip ve düşmanlarıyla savaşını onların coğrafyasında yapma basiretini göstermiştir. Böylece kesintisiz bir lüks ve refah dönemini yakalayabilmiştir.


İslam Coğrafyası ise maalesef edilgen konumundan dolayı onlarca ülke ve hatta şirketin karıp karıştırdığı bir alan haline geldiğinden ne kan ne gözyaşı eksik olmakta, ne de yeraltı zenginliklerinden ve insan unsurundan istifade edilememektedir.


Ümmetin bu makûs talihi dünü anlatan “İslam Tarihi kitaplarındaki ahvalle birebir uyuşmaktadır. Tek fark bugün kaleler düşmüş, içten işgal edilmiştir. Frenkler, Haçlılar Kudüs’te krallık kurmuş, etrafı işgal yolunda, Müslümanların yerel yöneticileri koltuk sevdasıyla birbirinin boynunu vurmada ya da düşmanla işbirliğinde. Selahaddin Eyyubi’nin çağrısı havada kalmakta adeta aç kurtların, ak babaların onu ve ordusunu silip süpürmesi beklenmektedir. Yüz yıl sonra aynı sahne doğudan start, verilir. Moğol sürüleri üşüşür ümmetin yaralı cesedi üzerine… Değişen, ders alan yok. Ölüm sırayla uğrar her birinin semtine…


Son Y.Y’dır yaşanan trajedinin Moğol akınlarından farklı olduğunu kimse iddia edemez. Ümmet başı kopmuş tesbih gibi dağılmış durumda; kurulan ve kurdurulan sözde bağımsız ülkeler playback vokalle idare edilmekte, sistematik güçlerin kontrolü belirleyici olmaktadır.


“Uluslararası sistem” maskesinin altındaki batı, kendi değerlerini olmazsa olmaz kıldı, üstünlük tacını ilan etti.
Bir ABD vatandaşı, bir AB vatandaşı kriterleri koyarak, Kopenhag, Maastricht dayatmalarıyla kendilerini diğer halk ve coğrafyalardan kalın çizgilerle ayırdılar. Refah ve hukukun üstünlüğünü kendi sınırlarında elzem, başkalarına “duruma göre” şartı koştular. Öyle ki mezkur sınırları dünyanın geri kalanı için çekim ve cazibe merkezi haline getirildi.


Başta Müslümanlar olmak üzere dünyanın mazlum halklarından binlercesi gaddarca katledilir veya açlık – hastalıktan kırılırken önemsiz haberler sıralamasında vurgusuz ekrana getirilirken batıdaki sırandan bir haber, kaza cinayet cinnet en önemli haber sıralamasında sıra başı çekmekte günlerce gündem olmaktadır.


Müslümanın derdiyle dertlenmeyi emir buyuran vazife kılan İslam, bu konuda fiziki sınırlar da çizmez daha ötesine geçip mazlumun yanında olmayı emrettiğinde din kardeşliği blokajını da kaldırmıştır.


Günümüz medya çalışmalarında “Haber değeri” kategorize edildiğinde “haberin yakınlığı ve sıcaklığı” ön plana çıkar. Bu yargı ne yazık ki sıradan insanlar gibi Müslüman / İslami kesiminde algısı haline gelmiştir. Haber seçiciliğinde önce yakın olana bakılır ilgi duyulur. O kadar ki hissedilen acı ülke sınırından uzaklaştıkça azalır… Bu da ayrı bir acı vakıadır benliğimizde. Ümmet ve İslam Coğrafyasının genel panoramasına göz atıyoruz. Her ülkede ya iç sorunlar gün yüzünde ya da patlatılmaya hazır bomba gibi bekletilmekte.


İslam’ın yüce ideallerini hayata hakim kılmaya amade olduğunu iddia eden yapılar, emperyalistler ve onların yerel işbirlikçileriyle uğraşmaktan çok enerjilerini Müslüman grupları tasfiyeye teksif etmiş durumdalar.


Başını uluslararası siyonizmin çektiği konsorsiyam “Kudüs” adına, şarktan garba tüm İslami camia, stk ve yapıları ince eleyip sık dokuyarak kiminin altını kiminin üstünü çizmektedir.


Tayland ve Filipin yönetimlerinin azınlık hükmündeki Müslüman vatandaşlarına uyguladıkları baskı – sindirme politikaları uluslararası sistem tarafında destek bulmakta.


Hak hareketleri olarak başlayan Arap Baharları küresel güçlerin dümene geçmesiyle yeni bir şekil almaya ve ümmetin bölünmesi projesine – mezhep savaşlarına evrilmeye çalışılmaktadır.


Arap – Fars ve Türklerin insani ve İslami ölçüler için de çözmeye yanaşmayıp asimile ve sindirme yöntemiyle yaklaşıp ruhi paranoyayla yaklaştıkları “Kürt sorunu” çuvala sığmaz olmuş, fırsat güden Siyonist sermaye ile think tank’ler “böl – yönet, rahat nefes al” bildik projeleri işin boyutunu değiştirmiş durumda.


Türki cumhuriyetlere birileri “Türk okulları ve olimpiyat” heyecanı taşırken, Dünya Kiliseler Birliği tarafından “En hızlı, çalışkan misyonerler” olarak seçilen Güney Koreli misyonerlere başta Özbekistan ve Kırgızistan çalışma sahası olarak taksim edilmiş, bu uğurda batı da politik ve ekonomik olarak seferber olmuştu. Bunun yanında en cılız – küçük İslami çalışmalar bu ülkelerde suç kapsamında değerlendirilmektedir.


Afganistan, Irak, Yemen ve şimdilerde Suriye’de (maazallah) ümmetin savunma hücreleri olarak ortaya çıkan (!) güçler, ümmetin savunma reflekslerini de felç etmişler maalesef…


Bir yandan ümmetin kanayan yarası Filistin dururken, yanı başımızdaki Suriye’den her gün yüzlerce kişinin ölüm haberi gelmekte.


Dünyanın en fakir ülkesi olarak bilinen Burma’nın nüfusunun %17 – 20’sini oluşturan kahverengi tenli Rohigyal Müslümanların tarihte eşine az rastlanır bir dini – etnik aykırıma tabi tutulduğunu seyreden dünya uluslararası basın kuruluşları yaşanan dramı bilmem kaçıncı sırada, hangi lüzumsuz haberin ardından yayınlarlar.

Katledilen 50 bin Müslümanı, ilkel ortamlarda gözaltına kaçırılan diğer 50 bini ve göç ettirilen yaklaşık 500 bin insanla ilgili haberi sıradan bir haber gibi sunarlar. Ağızlarından sakız “Etik kurullar” söylemiyle, dillerinde pelesenk olmuş “No Racizm” sloganlarıyla her türlü ırkçılığı lanetlediklerini belirtmelerine rağmen, soykırıma uğrayan Bosnalı ya da Burmalı Müslümanlar olunca trajediye kulaklar kapalı tutulur. Neden trajedinin başında değil de dramın son perdesinde dünya kamuoyuna servis yapılır, neden BM, Somali’deki açlık krizini toplu ölümler yaşanmaya başlayacakken ilan eder gibi sorular hiç merak edilmez sorgulanmaz…


Uluslararası, sistem, Güney Sudan adına yaptığı baskıyı, hiçbir çıkarının olmadığı Burma için göstermeyebilir. İyi de, İslam kardeşliği ile ilgili onca ayet hadis, zorunluluk dururken ümmetin pasif - dinamik kişileri kurumları STK’ları ve medyası nerede? Bunca çile ve zulüm gören vücut azalarımız dar sohbetlerimizde yer alıyor mu, gündemimizin yüzde kaçını işgal etmekte, güncel hayatımızı ekonomik ve diğer faaliyetlerimizi ne oranda etkilemekte?


Yoksa eleştirip yermekten geri durmadığımız ama model olmadan da yapamadığımız batı kamuoyları gibi mi yaklaşıyoruz bu trajedilere?


Coğrafyamız kar revan içinde boğulurken, durup Batı âleminin ilgi panoramasına göz atalım.


Londra’da Big Ben’in çanı insanlık barışının en büyük sembolü olan olimpiyatlar için çalmış. İnsanlığın üçte biri aç biilaç. Orda fiziksel güç yarışı yapılmakta, her ırk, üstünlüğünü ispat için uğraşmakta. İnsanın insani erdemlerle değerli olduğunu ıskalayan kuş gibi bağımsız uçmayacaklarını, bir at gibi koşamayacaklarını, bir kanguru kadar zıplayamayacaklarını... unutarak onların doğal yetenekleri için kapışmakta.


Cern’de Big Bang sonrası varsayımsal gözlem laboratuvarları kurulmuş, insanlığa belki de en büyük teknolojik sıçramayı yaptıracak buluşları kollamakta. (Ve ne yazık ki, İslam ülkeleri ancak gözlemci statüsünde katılmakta. Alt yapı eksikliğinden olayı olası buluşların kaymağını da haliyle batıya kaptırıp daha uzun yıllar onların tozunu yutmaya razı görünmekteler.)


Batı her ne kadar ekonomik sıkıntılar yaşıyor olsa da İslam âleminin güçlü referans ve potansiyeline rağmen alternatif güç / yapı oluşturamadığı için ona payanda olmasıyla, otoritesini muhafaza edeceğe benziyor. İslam ülkelerinde insanlar açlıktan – susuzluktan hastalanıp, ölürken, batı insanı semirip obeziteden telef olmayı sürdürecek…


Medeniyet denilen olgu; barış, refah ve huzurun gölgesinde toplumdaki tüm değerlerin değerlendirilmesiyle oluşur. Batının kötü ahlakını, bize karşı vurdumduymazlığını, yaşam tarzını rol kapan Müslümanlar neden onlardaki refahı – huzuru hukuk güvencesini arzu etmez de aralarındaki sorunlara nokta koymazlar o da ayrıca sorulmalı.


Sözün özü: “Rabbimiz bizi zalimler için fitne (imtihan – oyuncak) kılma” deme şuuru kazanan mustaz’afların adil idaresinin altında mesud kullarından olma dileğiyle.


Selam ve dua ile…