Bismillahirrahmanirrahim

Sizi Allah’ın selamıyla selamlıyorum. Gazetenizin cezaevleri, mahkûmlarla, esirlerle ilgili duyarlılığını bildiğimden size bir cezaevi yazısı yazmak istedim.

Bizler de sesimizin yankılanabileceği, bir cepheye, bir duvara, sesimizin duyulabileceği bir megafona ihtiyaç hissediyoruz. Çünkü buralarda neredeyse her şey yasak... Sesimiz çıkmıyor.

Bizler cezaevlerinde pişiyoruz. Ş.Urfa’da olduğu gibi yanıyoruz. Kayseri yolunda ringte olduğu gibi haşlanıyoruz. Tahmin ettiğiniz gibi idamın kaldırıldığı söyleniyor. Hâlbuki idamımızı yani bizi öldürmeyi yıllara yaymışlar. Peşin öldürmeyi taksite bağlamışlar...

Başlarımızı yastıklarımıza koyduğumuz her gece ölüm şerbetinden bir yudum daha almış oluyoruz. Güneş ertesi gün biz mezarlık adaylarının üzerine yeniden doğar.

Aslında güneşin biz mahkûmlar dünyasına doğmasına hiç gerek yoktur. Niye mi? Çünkü “Adalet Bakanlığı Güneşi” bize yeter artar bile. Bizi hem yakıyor, hem ısıtıyor, hem de haşlıyor. Tek eksiği var aydınlatmıyor. O kadar da olsun. Anlayacağınız iki güneş dünyamıza fazla geliyor.

Cezaevlerinin durumu gerçekten çok vahim. Bizden birileri yanınca ve yanık kokularımız Ankara’ya varınca bir-iki gün konuşuluyoruz, sonra da “Nerede kalmıştık” dercesine Kılıçdaroğlu-Erdoğan kavgalarını (iki dövüş horozu gibi) izlemeye devam ediyoruz.

Durumun vehametini Adalet Bakanlığı’da doğruluyor. Ne demişti; “Ben de bir babayım mahkûmlar benim rüyalarıma giriyor. Onları rüyamda görüyorum”

Gördüğümüz gibi Adalet tecelli etmeye doğru gidiyor. Adalet Bakanlığı’nın rüyalarına giriyoruz. Ancak rüyalarına ne şekilde girdiğimizden bahsetmedi ki rüya tabirleri isimli bir kitaba bakabilelim.

Eğer bu rüyalarda “Adalet”i tecelli etseydi, Bakan’ın rüyalarına bir karabasan olarak girmemiz gerekecekti. Onun’da mahkûmların rüyalarına girdiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Gerçekten Adalet Bakanlığı (Adalet Bakanı demedim) cezaevlerini hakkel-ma’rife bilmiş olsalardı, saçları bir günde beyazlardı. Anlaşılan o ki bunlarda cezaevlerini gören gözler yok. Cezaevlerine “bakan” gözleri var yoksa bunun için mi onlara “Bakan” diyorlar. Bakarkörler bunlar olsa gerek.

22 Haziran tarihli gazeteniz Doğruhaber şu başlıkla çıkmıştı. Ş.Urfa Cezaevi’nde yananlarla ilgili olarak;
“Bu kafayla daha çok can yanacak…”

Aslında canlar yanıyor. Hem de hergün. Yüksek teknoloji uygulanarak kokusu ve dumanının çıkması engelleniyor.
Önemli değil “Bakanlarımız” var. Arada bir müfettişler de şikayetlerimiz üzerine geliyorlar. Onlar da gelip “bakıyorlar” herkes bakıp gidiyor, gören olmuyor.

Yaklaşık 14 yıldır cezaevindeyim. Taşıyabildiğmiz kadarıyla bizler de çok çektik, yıllar sonra yükümün bu kadar hafifleyeceğini, acılarımın bu kadar azalacağını hiç düşünmemiştim.

Geçenlerde koğuşumuzun kapısına birisi getirildi. Mü’min Abdulaziz Cuma Telxiy. Filistinli, Suudi Arabistan’da mukim. Filistin göçmeni kapımıza getirilmeden önce cezaevi girişinde “Türkçe bilmediğini İngilizce ve Arapça, bildiğini söylemiş. Çat-pat İngilizce bilen bir asker getirmişler. Askere “Ben beş yıldır İzmir F Tipi cezaevi’nde tek başıma, tek kişilik bir odadayım. Beni insanların bulunduğu bir koğuşa verin” demiş. Onlar da bize getirmişlerdi. “Koğuş kapısında sigara bahsi açıldı. İçimizde sigara içenin olmadığını öğrenince “Ben sigara ile sizi rahatsız etmek istemiyorum. Odanız güzel kokuyor vs. diyerek gelmekten kaçındı. Ne kadar davet ettiysek gelmedi. Yine tek kişilik odaya gitti. 15 gün sonra aramıza aldık. Cezaevi girişinde söylediklerini ondan da duyunca bir tuhaf olmuştum.

“Ena munzu xemse senevvat bi müfredi. Uriydu en ezhebe ila gûrffetin fihi unas/5 yıldır içinde insanların içinde olduğu bir odaya geçmek istiyorum”

Bu cümle beni de duygulandırmış, benim de onun gibi bir mahkûm olduğumu ve onun üç katı yattığımı unutturmuştu.
5 yıl önce gerçek anlamda vahşet, yalnızlık. Niye gerçek anlamda diyorum. Çünkü 5 yıldır, ne arayanı, ne soranı olmuş. Ne ziyaretçisi gelmiş ne gitmiş. Bir dost, kardeş, anne-baba bir yakını ziyaretine gelememiş. Anne-babası, Suudi Arabistan’da ve Türkiye elçiliği ve Suudi makamlarınca karşılaştıkları sıkıntılar bürokratik işlemler nedeniyle vize alamamışlar. Böylece ziyaretine de gelen olmamış. Bu ve benzer teknik sıkıntıları bir yana cezaevinin sistematik sıkıntıları eklenmiş.
Yıllarca tek hücreye bırakılmış. Sosyal etkinliklere tek başına çıkarılmış. Parasız pulsuz kalmış, aylarca çamaşırlarını sadece sıcak suyla yıkamış ve daha neler. Bir koğuşa geçmek için cezaevi idaresine başvurmuş. Cezaevi idaresi ondan “Herhangi bir örgütle ilgisinin olmadığına dair dilekçe yazmasını istemiş. O da yazmayınca başına gelen gelmiş.
O da rahat oturmamış. Haklarını tek başına aramaya kalkmış ve açlık grevlerine girerek dikkatleri üzerine çekmeye çalışmış. Koğuşu yakmış, kendisini yaralamış. Ama hiç dikkat çekmeyi başaramamış. Bunlarla beraber, sevgi dili Türkçe’yi bilmemesi acılarına acı katmış.

Bana şöyle diyordu:

“Ya Muhammed heb enneke mu’tekelun fi Siyn” Farzetki Çin’de tutuklusun ne adetlerini, ne geleneklerini biliyorsun...”
Ne diyebilirdim ki gerçekten çok zordu.

“Kısacası İzmir F Tipi’nde sevgi dilini bilmemesi kendisine çok pahalıya mâl olmuş. Bunun yanında, Müdür’ün de başını ağrıtmış. Bir gün müdür onu çağırıp; “Sana ne yapacağımı ne ceza vereceğimi bilemiyorum. Sana hücre cezası versem zaten yıllardır tek başınasın. Sana ziyarete çıkmama cezası versem zaten ziyaretçilerinin geldiği yok. Mektup alma-gönderme cezası versem, mektup yazdığın aldığın yok... Sana ne yapacağımı bilemiyorum” demiş.
Küçükken şöyle bir olaya şahit olmuştum. Bir çocuk arabayla bizim mıhelmi dediğimiz bir Arabın dükkânına girmiş, dükkânına da zarar vermişti. Mıhelmi çocuğun omuzundan tutarak bozuk Kürtçesiyle “Sana ne yapayım oğlum, seni döveyim mi öldüreyim mi gözünü mü çıkarayım.” Dükkân sahibi çıldırmış ne yapacağının şaşkınlığı içerisindeydi. Aniden çocuğun kafasını ısırmaya başlamış...

Aklına yattığı en uygun ve her iki tarafı zarara sokmayacak ceza...

İzmir Cezaevi Müdürü de Filistinli kardeşimizin adeta kafasını ısırmış ve Tokat Cezaevi’ne sürgün etmiş.
Henüz tutuklu olmasına rağmen, Türkiye’de cezaevinde cezasını en ağır şekilde çekenlerden biri bu olsa gerek.
Kıbrıs’ta öğrenciyken bir Alman uçağını kaçırmaya teşebbüs etmiş. Uçak Antalya’ya inmiş ve orada yakalanmış.
Özel Yetkili Mahkemelerimiz (Şimdi de kaldırıldığı söyleniyor.) Hemen “Anayasayı silah zoruyla değiştirmek ve Şer’i esaslara dayalı bir yönetim teşkil etmeye teşebbüsten dava açmış.”

Adam yurtdışındaki bir uçağı kaçırmaya teşebbüs etmiş. Hasbelkader uçak Antalya’ya indirilmiş. Birden kendisini Anayasayı değiştirmeye teşebbüs suçlamasıyla yüzyüze bulmuş. ÖYM’lerin özel yetkileri bir yana özel suçlarda bulunuyorlar. Savcı iddianamesinde şöyle der:

“Kıbrıs uçağını İran’a kaçırmaya teşebbüs ettiğinde, pilot bunun mümkün olmadığını yakıt sorunu olduğunu söyleyerek uçağı Antalya’ya indirmiş.

Yıllarca kendisini savunmuş. “Ben hayatımda Türkiye’ye gelmedim, görmedim. Bizi buraya pilot getirdi. Ben uçağı kaçırmaya teşebbüs ettim. Anayasanıza karıştığım yok. O Anayasanız size mübarek olsun. Siz yıllardır değiştirmeye teşebbüs ediyorsunuz. Şimdi de uğraşıyorsunuz başaramayacak gibisiniz de.

Sizin anayasanızla ilişkim ne olabilir ki...

Bu mahkemelerde savunma hakkının olduğunu ancak geçersiz olduğunu, savunmanın beş para etmediğini nerden bilsin.
“Feqdi, ma ente qad/ elinden ne geliyorsa yap!” demekten başka ne söylenebilirki...

Kendisini savunduğu cümlelerden biri, “ed-Darar Sıfır” Türkiye’ye verdiğim zarar sıfır. Uçak kaçırmaya teşebbüsle suçlanıyorum. Silahsızım bana 21 yıl ceza vermişsiniz, Yargıtay az bulmuş “ağır müebbet verin” diyor. 5 yıldır pilotu, hostesleri şahit olarak çağırıyorum getirmiyorsunuz. Hiç kimseye hiçbir zararım olmamış...”

Eminim ki tüm bu yaşadıklarından sonra bu anayasının değiştirilmesi gerektiği kanısına o da varmıştır.

Adalet Bakanlığı’na üç kez, savcılıklara hakimliklere defalarca dilekçe yazmış ama hiçbir cevap alamamış.

İşin ilginç bir yanı da Arapça, İngilizce dilekçeler yazmış işleme konmamış. Sevgi dilinde yazılması gerekiyormuş. O da Türk olmamanın cezasını bir şekilde çekmiş.

Bu zihniyete Allah’ın onları Türk, bizi Kürt, diğerini Arap yarattığını bir türlü anlatamadık-Anayasınızı usulüne uygun değiştirelim dediğimizde de bizi zindanlara tıkıyorlar. Size bırakınca da yapamıyorsunuz.

Mü’min kardeşimizin İzmir F Tipi’nde çektiklerini uzun uzadıya yazmayacağım. Çünkü bunlar Arapçada “minel ma’ruf” Kürtçe de “Ker ê kor jî zanê” cinstendir.

Yalnız şunu yazmadan geçemeyeceğim. Bana şöyle diyordu. Bir gün İzmir’de hücremde elimi kaldırıp “Ya Rabbi artık dayanamıyorum” dedim. Aniden aklıma “la yukellifullahu nefsen illa vus’eha” ayeti geldi.

Yine bir gün halimden şikayetçi oldum. “Andolsun ki sizi biraz korku biraz açlık mallardan canlardan ve ürünlerden yana eksiltmekte imtihan edeceğiz sabredenleri müjdele” ayetini hatırladım.

Adalet Bakanı’nın mü’min Abdulaziz Cuma Telxiyi de rüyasında görüp görmediğini merak ediyorum.
Benimki de merak işte.

Allah’a emanet olun.

M.Ziya Gümüş / Tokat Cezaevi