Ahmet Yılmaz / Araştırma

Selahaddin-i Eyyübî Hazretlerinin Kudüs’ü fethi, bir anlık bir vaka olmaktan uzaktır; onun bir anda ordunun başına getirilip ardından Kudüs’e gidip orayı fethetmesinden ibaret değildir. Fetih, kendisinin ve camiasının uzun bir mücadele sürecinin neticesidir.

Selahaddin Hazretleri, günümüz ifadesiyle “Sistem İçi Yükseliş” diyebileceğimiz bir yöntemle ilerledi, Mısır’da Fatımîlere karşı ihtilal yaparak Mısır’ın hakimi oldu, ardından Şam’ı ele geçirdi, Kürtlerin coğrafyasını büyük ölçüde ele geçirdi, büyük bir güce ulaştı ve son hamle olarak Kudüs’ü fethetti.

Bütün bu süreçleri aşarken o büyük bir mücahid, büyük bir abid, büyük bir komutan, büyük bir idareci ve aklın hayrete düşeceği kadar iyi bir siyasetçidir ve diplomasi ehlidir.

SELAHADDİN ZORLUKLARLA KARŞILAŞTI

Selahaddin’in her adımı zorluklarla doluydu; bunlardan bazıları kendi konumundan, bazıları ise çevreden kaynaklanıyordu:

Selahaddin-i Eyyübî’nin Kendisiyle İlgili Zorluklar

1. SALTANAT SAHİBİ BİR AİLEYE MENSUP DEĞİLDİ

O günün İslam dünyasında aynen Orta Çağ Avrupa’sı gibi emirlik belirli ailelere verilmişti. O aileler dışındaki emirlik isteği, “haddini aşmak” olarak görülüyordu.

Her emirin saltanat isteği, bir yenilikti; her yenilik beraberinde belirsizlik getirir, belirsizlik korkuya yol açar; korku, karşı tedbir doğurur. Direniş söz konusu olduğunda savaş çıkar ve bu fitne olarak nitelendirilir.

Nureddin Zengi’nin babası, İmaddeddin Zengi bile Musul Atabeg’i iken “saltanat” iddiasında bulunmadı, Selçuklu Sultanı Sultan Mahmud’un oğlu Melik Alp Arslan’ı yanında tuttu; zevk ü sefadan başka bir işe yaramayan bu Selçuklu Prensini yanında dolaştırıp bu diyarları bu Selçuklu adına fethediyorum, diyordu. (1)

Bu hem çözüm değildi, hem de Selahaddin’in böyle bir imkanı yoktu. Halk, bizzat onun “sultan” olabilecek kişilikte olabileceğine inanmalıydı, avamî bir tabirle her şeyi bileğinin hakkıyla almalıydı.

Sultan soyundan olmamasına rağmen Mısır’a emir olması Arap şairlerce çok kınanmış ve Selahaddin Hazretleri hakkında ağır hakaretler içeren şiirler kaleme alınmıştır. Bunların bugün en kaldırılabilir örnekleri, kendisinin “sığır çobanı (gavan) Kürt”lerden olduğunu söyleyenlerdir. (2)

2. ASABİYESİ ZAYIFTI

İbn-i Haldun’un “Mukaddime” adlı eserinde uzunca anlattığı üzere, İslam dünyasında Emevî günlerinden sonra, kişinin emirlik yapacak güçlü bir kabileye sahip olması, emir olması için şart koşuluyordu. Asabiyesi, yani kabile gücü zayıf olanların yönetime tabi olması “fitne” sayılıyordu.

Kudüs Fatihi Selahaddin Hazretlerinin öz askeri gücü, en çok 13 bine ulaşmıştır. Gerisi bağlı emirlerin askerleri veya az sayıdaki gönüllü mücahitlerdi.

Amcası Şirkûh ile Mısır’a üçüncü kez giderken yanlarında en iyi ihtimale göre 7 bin asker vardır. Bunların Memluk (ğulam-paralı asker) bir kısmı, Selahaddin Hazretleri, amcasının ölümü üzerine vezir olduğunda bu durumu kabullenmeyip Mısır’dan ayrıldı.

Selahaddin, Haçlıları yenmenin ümmetin sorunu olduğunu biliyordu. Bunun için asla “kavmiyet” yanını öne çıkarmadı. Ümmeti birleştirmek için uğraştı. Ancak o günün koşullarında “Ümmet arasındaki birlik sağlanmadan Haçlıya karşı savaşmam” da demedi. Kökleşmiş problemleri ilmi kurumların kökleşip şuurlanma sürecinin tamamlanmasına bıraktı. (Onun çabalarından sonraki dönemde Memluklar ve Osmanlılar yararlandılar, “kavmiyet” sorunuyla neredeyse hiç karşılaşmadılar. Kendisi ise ümmeti tahrip etmeden ve ihmal etmeden “asabiye”sini artırma yoluna gitti.)

Bunun için üç yol seçti:

1. Nüfus artışına önem verdi. Kendisi Mısır’da iken evlendi, başkalarını da evlenmeye teşvik etti. Vefat ettiğinde on yedi oğlu vardı (3), ayrıca kız evlat sahibiydi.

2. Kavmi bağların ve asabiyenin öne çıktığı o dönemde Haçlılarla savaşmayı ihmal etmeden Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı ele geçirmek için çok gayret gösterdi. Şam’ı ele geçirdikten sonra Kudüs yerine, Zengilerin elinde kalan Halep ve Musul’a yöneldi. Abbasî Halifesinden ısrarla Musul ve Tikrit civarı için izin istedi. Ancak Abbasî Halifesi hem denge politikası gereği hem bu yörelerin Bağdat’a yakın olması ve Selahaddin gibi güçlü bir şahsiyeti buralarda istemediği için buna izin vermeye yanaşmadı.

Selahaddin Hazretleri, Hakkarî yöresine yöneldi, Diyarbakır-Meyyafarkin (Silvan) yöresine yöneldi, Antep (Birecik) taraflarına yöneldi… Ordusunu oralarda doğrudan veya bağlı emirler üzerinden güçlendirdi.

Doğum yeri Tikrit’e ulaşmasa da Musul’u da anlaşma yoluyla aldı. İmkânlarını genişletti. Haçlılarla büyük savaşına ondan sonra yöneldi.

Bu süreç içerisinde “Haçlılardan vazgeçmiş, Müslümanları vuruyor, onun derdi Müslümanları vurmaktır” diye sürekli propaganda yapıldı, İbn-i Esir gibi Kürt alimler bile bu propagandaya inandırıldı ama Selahaddin Hazretleri kendisinin Kudüs’e ulaşmasını sağlayacak güce ulaşmadan kendi programından asla taviz vermedi. Onun şahsiyetinin olağanüstü özelliklerinden biri de bu programına bağlılıktır.

Propagandalara, kışkırtmalara asla aldırış etmiyor; adeta sağır kesiliyor ve doğru tespit ettiğini uyguluyordu.

Selahaddin’in Kürtlerin o gün yaşadığı coğrafyada ulaşmadığı yerler, Tikrit’i alamadığı için İran içleri ve Ahlat ötesine geçemediği için Azerbaycan’dır. Özellikle atalarının Şeddadi Beyliği günlerinde Gürcü Hıristiyanlarına karşı at koşturduğu Azerbaycan, onun için “dert” oldu. İbn-i Esir bu durumu şöyle anlatır: “Hastalanmadan önce oğlu el Efdal ve kardeşi el Adil’i yanına çağırarak onlarla istişare etti ve ‘Haçlılarla işimiz bitti. Bu bölgede bizi meşgul edecek bir şey yoktur. Şimdi hangi, tarafa gideceğiz?’ dedi. Kardeşi Adil, ona Ahlat üzerine yürümesini tavsiye etti. Oğlu el - Efdal ise Kılıç Arslan’ın elindeki Anadolu’ya yürümesini tavsiye ederek: ‘Anadolu’da daha çok şehir, asker ve para vardır ve daha çabuk alınabilir. Burası kara yoluyla gelecek Haçlıların güzergâhı üzerindedir. Eğer Anadolu’yu ele geçirirsek onların buradan geçmelerine de mani oluruz’ dedi; bunun üzerine Selahaddin: ‘İkinizin görüşü de hatalı ve eksiktir. Ben Bizans topraklarına gitmek isterim.’ dedi, kardeşine de: ‘Sen çocuklarımdan biriyle bir miktar asker alır, Ahlat üzerine yürürsün. Ben Anadolu’daki işlerimi hallettikten sonra sizin yanınıza gelirim. Oradan hep beraber Azerbaycan’a geçer ve İran şehirlerine komşu oluruz. Orada bize mani olacak kimse yoktur.’ dedi. Selahaddin’in İstanbul’un fethini de ima eden ama eserlerde daha çok Kafkasya aşkı vurgulanan bu amacının gerçekleşmesine ömrü yetmedi.

3. AZ ZAYİAT VERMEYE ÇALIŞTI

Selahaddin Hazretleri, mücadelesinin hiçbir aşamasında “kara cesur” değildir; daima tedbirli bir cesurdur. Onun cesareti, bendini aşmış bir cesaret değil; direksiyonu, freni, gaz pedalı olan “denetim altındaki bir cesaret”tir. Çok asker kaybetme lüksü yoktur. Bunun için amcası Şirkûh’tan öğrendiği savaş tekniğini uygulamıştır.

Şirkûh, Kürtlerin “savaşta sırtını düşmana dönmeme” ünlü adetini ıslah etmiş, Kürtler arasında bugün de yaygın olan “Li va vegerin (Onlara dönün)” tekniğini geliştirmiştir. Bu tarzın başlangıcı, Bedevilerin yağma amaçlı saldırılarını andırır, sonrası ise düzenli orduların planlı savaşını. Başlangıcı kendisini hafife aldırtır, gevşetir; sonu ise şaşırtır ve mağlup eder.

Batılıların Part (Eski İran) kökenli olduğunu iddia ettikleri bu teknik eserlerde en açık şekilde Şirkûh’un II. Mısır Seferi’nde anlatılır: Şirkûh, Mısır’ın daveti üzerine iki bin kişilik ordusuyla çölde ilerlerken Haçlılarla karşılaşmamak, bilmediği bir coğrafyada az bir kuvvetle erken bir savaşa girmemek için gayret gösterir, yolda kum fırtınasına yakalanır, Bedeviler ona saldırır, mallarını yağma eder ve nihayetinde para karşılığında onun haberini Haçlılara verir. Haçlılar ve onları destekleyen kimi Mısırlılar; Babeyn denen mevkide binlerce kişilik bir orduyla Şirkuh’un kimi kaynaklara göre sayısı 500 kadar düşen ordusuna tuzak kurar.

Tuzağı gören Şirkûh ünlü savaş tekniğini denedi: Merkeze Selahaddin’in komutasında bir birlik yerleştirdi. Onlara “Frenkler ve Mısırlılar, benim merkezde olduğumu düşünüp bütün güçleriyle merkeze saldıracaklar. Onlar size saldırdıklarında kendinizi tehlikeye atacak şekilde karşılık vermeyin. Onların önünde geri çekilin. Sizi takip etmeyi bırakıp geri döndüklerinde de siz onları takip edin (onlara saldırın)” dedi. Sonra cesaretli bir grubu sağ tarafa yerleştirdi. Frenkler, Şirkûh’un dediği gibi merkeze saldırdılar. Selahaddin ve arkadaşları, bir yandan çarpışır gibi yapıp öte yandan (korkmuşçasına) kaçtılar. Frenkler onların peşine verince aniden geri döndüler, bu arada Şirkûh ve diğer ordu grupları onlara arkadan saldırdılar. Arada kalan Haçlılar ve Mısırlılar darmadağın oldu. Böylece en çok 2000 kişiden oluşan bir ordu, on binlerce kişilik bir orduyu neredeyse imha ederek mağlup etti. (4) Bu savaş, henüz 25 yaşlarında olan Selahaddin üzerinde derin bir iz bıraktı ve başta en büyük zaferi ve Kudüs’ün fethinin müjdesi Hittin Zaferi olmak üzere hayatı boyunca bu “az zayiatla büyük zafer” tekniğini uyguladı. Siyasi hayatında da yeri geldikçe değerlendirmek üzere taviz vermekten asla geri durmadı.

EYYÜBÎ ORDUSUNDA KAVİM YAPISI VE ZAAFİYETLERİ

Selahaddin-i Eyyübî Hazretlerini ordu, neredeyse Kudüs’ün fethine kadar, Kürtlerden ve çoğu Kıpçak asıllı Memluk Türklerden oluşmuştur. Kadı Fadıl gibi büyük Arap alimlere rağmen Arap Müslümanlar ne yazık ki orduda çok az yer almışlardır. Bu çerçevede genel tablo şuydu:

1. Kürtlerin Hakkari ve Erbil (Hezabani-Hikemiyye) kolları, Selahaddin’e en yakın grubu oluşturur. Nitekim Kudüs’te Türklerle Kürtler arasında sıkıntı çıktığında ünlü Hakkarili Emir El Meştub “ Biz, seninle adam olduk, ne buyursan onu yaparız” der.

Ancak, Kürtler genel anlamda başarılı emirleri överken, başarısızlığı da sadece emire yüklerler. Bu da Selahaddin’in ordusunda zaman zaman sorunlara yol açmıştır. Ayrıca Yafa muhasarasında olduğu gibi Kürtler bazen savaşın yükünün kendilerinde olmasından, başkalarının ise ganimet peşinde olmasından şikayet etmişler, Selahaddin’e karşı kabalaşmışlardır. (İbn-i Esir, H. 588. yılı olayları, Yafa’nın Zaptı)

Selahaddin’in ordusuna sonradan katılan Diyarbakır Kürtleri savaşmayı bilmemekle suçlanmış; son dönemdeki bazı yenilgilerden sorumlu tutulmuşlardır. Öyle anlaşılıyor ki çok sayıda başıboş Kürt de Selahaddin’in “seferberlik niteliğindeki” büyük savaşlarda ordusunda yer almıştır. Selahaddin, onların bir bölümünü kardeşi Şemsü’d-Devle Nurşah’ın emrine vermiş ve bunlar Nûbe ülkesi denen Kuzey Sudan’ın bir bölümü ele geçirilerek orada mal mülk sahibi edilmişlerdir. (5)

2. Çoğu Şirkûh’un memluku olan Türkler, düzenli bir ordu karakterini sahip olmakla Haçlılarla savaşta büyük fayda sağlamışlardır. Hittin’de bir cephenin de komutanı Eyyübîlerin damadı, Erbil emiri Gökböri’dir. Ancak Gökbörî gibi abidler bir yana, dindarlıklarının zayıf olması, halka kötü davranmaları ve ganimet düşkünlükleri şikayet konusu olmuştur.

3. Bedevi Araplar, ilk dönemde ne yazık ki Haçlılara haber uçuran ve sık sık Selahaddin’in ordusuna karşı yağma saldırıları düzenleyen bir topluluk olarak bilinmiştir. Mısırlılar ise Haçlılar tarafından “kadınlar” gibi savaş bilmemekle anılmıştır. O çağ Kadı Fadıl gibi büyük alim ve önderler bir yana, Araplar açısından çok acı bir çağdır.

4. İranlılardan Kadı İmad lakaplı İmaddeddin İsfahanî, Selahaddin’in kurduğu bürokrasinin belkemiklerindendir. Onun dışında İranlıların adlarına rastlanmıyor.

Devam edecek…

1. İbn-i Esir, İslam Tarihi 11. cilt

2. M. C. Liyons, D.E.P. Jackson, Selahaddin

3. İbn-i Esir, Hicri 589 olayları; M. C. Liyons, D.E.P. Jackson, Selahaddin, s. 171 (Kürt toplumundaki nüfus artışı o günlerde kalma mıdır? araştırılabilir)

4. İbn-i Esir, Hicri 562 olayları; M. C. Liyons, D.E.P. Jackson, Selahaddin, s. 13, M. A. Sallabî, Eyyübî Devleti, s. 188

5. İbn-i Kesir, 567 olayları