Doğruhaber / Haber Merkezi
 
Özel yetkili mahkemelerin kaldırılması arefesinde elindeki dosyaları kapatmak isteyen hâkimler alel acele kararlar vererek yıllardır cezaevlerinde kalan ve davaları sonuçlanmayan tutukluların davalarını tek celsede sonuçlandırıyor. Yaşanan bu hukuksuz muameleye tepki gösteren Hizbullah davası hükümlülerinden Faruk Kuzu cezaevinden gazetemize gönderdiği mektupla ağırlaştırılmış müebbet alan iki arkadaşına verilen cezaya tepki gösterdi. Ayrıca hukuk sisteminin çarpıklığına da dikkat çeken Kuzu, cezaevinin soğuk duvarları arkasından duygu ve düşüncelerini şöyle dillendirdi:

Tarih 11-06-2012 günün ve güneşin en cazibedar olduğu iki vaktin (gün doğumu ve gün batımının) bizlere yasak olduğu F Tipi Yusufi Kuyumuzda akşam sayımı öncesi açılan kapıdan içeriye giren kardeşimizin yüzünde parlayan güneş misali gülümsemeyle, derde derman güzel bir haber alma umuduyla, mahkemeden bahisle sorduk.

Tahliye var mı? diye

Tahliye yok... “Maalesef ağırlaştırılmış müebbet verdiler” demesiyle dejavu yaşadık bir kez daha.

Aslında anlattığı mahkeme salonu sözüm ona yargılanma mizanseni, bu yoldan geçen herkesin çok iyi bildiği bir kaç perdelik, sonu trajedi ile biten kısa metrajlı tiyatro sahnesinden başkası değildi.

On yıldır yargılanan (!) “Bülent Şakar ile Orhan Eren” adlı kardeşlerimiz hakkındaki karar, ÖYM’lerin yetkilerinin kaldırılması veya tırpanlanmasına ramak kala, bu ülkenin hiçbir kurumunda hele yargı bürokrasisindeki hantallık göz önünde bulundurulursa görülmemiş bir ivedilikle oldu bittiye getirilmiştir.

Mahkeme başkanının;
Ne olursa olsun bugün buradan karar çıkacak, bitireceğiz! kararıyla hiçbir evrensel ulusal-yerel hukuk normunu gözetmeden deyim yerindeyse 10 yıllık dosya, 10 dk’da hükme bağlanır. Belki de modern (!) çağımızda bir ilk sayılabilecek bu hukuksuz, kararı mahkûm kılan sadece, mahkeme salonunda müvekkilini savunmayla mükellef avukatların olmayışı değil. İki sanıktan Orhan Eren’in dosyaya kayıtlı avukatının olmayışına, avukat talebine, mahkeme başkanının
Sana barodan avukat talebini yasaklıyorum! ceberrutluğu da değil. Dosyada ne hikmetse istenen “işkence / sağlık raporlarının” gelmemesi de değil, insanlık tarihiyle özdeş “Muhakeme olunan idam mahkûmuna son isteğinin sorulmasına mukabil çağdaş (!) hukukta tanınan “Son savunma – yazılı savunma” haklarının ellerinden alınması da değil, hepsinden de ötesi, beş dakikalık aranın ardından salona alınmadan, kapı aralığında tutularak

Size ağırlaştırılmış müebbet cezası verdik var mı bir diyeceğiniz, sorusuna diğer kardeşin, biz bu cezayı hak etmiyoruz. Tutukluluk sürelerinin ineceği, ÖYM’lerin vasıf ve yetkilerinin değişeceği günlerin arifesinde intikam alırcasına, yangından mal kaçırırcasına hiçbir hukuki gerekçe gösterilmeden, hiç bir hukuki teamül gözetilmeden verdiğiniz bu karara karşı biz de ancak “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” deriz.

Onu biz de söylüyoruz, zaten, diyerek pozisyonunu belli eder mahkeme başkanı, keyifli bir ses tonuyla…

Bizi üzen, kararı mahkûm kılan bu pervasızlıkta değil elbet. Onların İslam hizmetkârlarına şeker dağıtır gibi ağır cezalar pay ettiklerini gördük görüyoruz.

Verilen gayr-i hukuki kararın zulüm olduğunu zikre lüzum yok. Bu ülkede bir İslami harekete gönül vermek, mensub olmak zaten başlı başına en tehlikeli, amansız suçlu kategorisinde değerlendirmeye alınmak için yeterli.

Her zamanki kıyasımızla bu üç Ali’nin newzuhur türedilerini Arap cahiliye döneminin Behile Kabilesi gibi helvadan yapılı putlarını ihtiyaçlarına göre yemeleri / kullanmalarına benzetmeye de lüzum yok.

Yapılan bunca zulüm ve hukuksuzlukları onları orta çağdan kalma “tez kelleleri vurula” anlayışının “ben yaptım oldu – sanıkların idamına delillerin sonradan toplanmasına...” ameldeki bir izdüşümü olduğunu belirtmeye de lüzum yok.
“Ben sizin en büyük rabbinizim…” diye böbürlenen Firavun ile âşık atmaya çalışın asri versiyonlar olduklarını söylemeye de...

Yürütmeden sorumlu namaz kokulu zevatın “Fırat’ın kenarında bir koyunu kurt kapsa hesabı Ömer’den sorulur” duyarlılığında olmayışları... İslami yapıdaki kişi ve kurumlara verilen ağır cezalarda ulusalcı laik ittihatçıların bu zevata duyduğu hıncın fonksiyonunu hesap etmediklerini duyurmaya da gerek yok. Bu zevatın “haksızlığa uğramış olması muhtemeldir” diyerek ürkek söylemlerle ilgilenmeye meylettikleri de sadece belli bir kesimden Müslümanların olması, yüce Allah’ın belirttiği “üstünlük” kriterlerine karşılık “asil kan (!)” arayışıyla hareket etmelerinin de İslami endişe ve sorumluluktan kaynaklanmadığını göstermektedir. Vizyon ile misyon endişesini değil belki de komisyon ve tribün keşmekeşesinin işaretidir.

20.yy “Yargı cinayetleri” arasında başı çeken “Albay Dreyfus” davasının savunma hakkı verilmeyen hukuksuzluğuna karşı Fransa’nın Emile Zola gibi aydınları “İtham Ediyorum” adlı manifestolarını yayınlayarak müdahale etme cesaretini gösterip, yargının zulmünü tüm dünyaya haykırmışlardı.

Sindirilmiş âlimler ile kendi camiası dışındaki tüm İslami hizmet gruplarını “rakip” ya da “tehlikeli unsur” olarak gören flash disk kafalı bilgi küplerinden, insanlık vicdanı adına bir ses vermelerini beklemek saflık olacaktır.

Üç yanı deniz, dört yanı düşmanla çevrili güzel ülkemin kelimelere raksettiren, duayen gazetecileri ile özel hayatları genel servis eden kalemşör ve denklaşörlerin sisteme angaje olmuş dördüncü gücün(basın medya)den de hak ve hakikat namına bir ses vermeleri, girişim başlatmalarını beklemek kurttan kaptığı avı geri getirmesini ummak sayılır.

Yaşanılan bu trajediyi ve (her gün) sık sık camia olarak karşılaştığımız hukuksuzlukları sadece “oligarşik bürokrasinin” aymazlıkları sadedinde değerlendiren, kapitalistleşmiş yaşam tarzlarıyla sisteme entegre olmuş Müslümanlardan da en asgari, bir dua beklemek bile onlara yük ve tezat sayılır.

Beklenti ve tesellilerimizden biri, hak yolda, doğru tarafta olduğumuzu bilmek, bizimle aynı duygu ve duyarlılıkları paylaşan Kur’an hadimlerinin, muhafızlarının göğsümüzü kabartan çabaları, gönlümüzü okşayan içten duaları, yüce Allah’ın zalimler güruhundan haberdar olduğuna, sürelerini uzattığına inancımız ve bize dua kapılarını açarak yakın olduğunu, hasseten mazlumların duasının makbul dualardan olduğunu bize belleterek çağıran, “icabet” edeceğini buyuran Rabbimizin dergâhından bulduğumuz güçtür...

Zalimlerin gücünün, mazlumların sessizliğinde yattığını biliyoruz.

Rabbim! mazlumların şuurunu örten sağlık ve güçlerini perdeleyen korkularını kaldır...

Rabbimiz! Senin kudretinle, zalimleri ihmal etmediğini biliyoruz, onları imhal et!

“Allah zalimler güruhuna hidayet (nasip) etmez” (9 / 19) buyuran Rabbim “Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir” (Hud / 18) hak vaadine bizi şahid kıl!

“Onların ağızlarından kin taşmaktadır. İçlerinde gizledikleriyse daha büyüktür” diye tarif ettiğin mütegallibe taifeye aziz deyiminle “Mütû bi ğayzikum! (kininizle ölün-geberin-) temennimizi gerçekleştir.

Sözümüzün sonu âlemlerin Rabbi olan yüce Allah’a hamd olsun demeden önce bir ihtimal bu aciz satırları okuyacak muhataplarına Şehid Said b. Cubeyr’in Haccac- zalime söylediği son sözü hatırlatmak isteriz.
“Sen benim dünyamı mahvettin (biiznillah) ben de senin ahiretini mahvedeceğim.”

Selam ve dua ile