Şehitlerin kanı, mazlumların ahı, Müslüman`ın yüreğine düştü, yaşıyor. Zulmün, vahşetin acısını yüreğinde duymak, çare aramak insanlık değerine sahip olmanın ilk ve en önemli şartı ve gereğidir. Güzel bir nasiptir.

Müslümanlar bu acıyı yaşıyorlar, ama seslendirebiliyorlar mı? Veya sesleri neden bu kadar kısık? İslâm, "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" diyor. Susmak istemediğimiz açık. Fakat bunu gösteren bir emare ciddi olarak var mı?
Çözüm yolunda ses veremeyecek derecede yetersiz kalmak, işte Müslüman için hiç düşünülemeyecek, kabul edilemeyecek şey budur. Çünkü Müslüman`ın temel sorumluluğu kötülüğü engelleme, iyiliği hâkim kılmaktır. Bunda yetersiz kalmamız en ciddi bir eksikliğimizdir. Bu eksikliğin nelerden kaynaklandığını bulmak ve gidermek zorundayız.
Kötülüğü engelleyip iyiliği hâkim kılmak, tahrip etmek, yıkmak gibi kolay değildir. İnsanlık meselesidir. Zor ve zaman gerektirir. Böylesine önemli bir hedefin hemen gerçekleştirilememiş olması elbette bir ümitsizlik ve yeis konusu değildir ve olmamalıdır. Ama acıyı duyduğu halde gereği için bir şey yapamayıp atıl kalmak, önemli ve mutlaka aşılması gereken bir engeldir. Acıyı duyan, mutlaka bir gayret ve çabayı yarasına merhem yapmalıdır. Yoksa sağ görünen ölü gibidir.

Burada en büyük eksiklerimizden birisi, kendi yapabileceklerimizi küçük görüp, kolaya sapıp, başkalarından beklentiye girme şeklindeki kolaya kaçma ve tembellik bahanemizdir. Belki de büyük bir cihan imparatorluğundan gelmiş olmamızın psikolojisi ile, "Zulüm ortada. Onu kaldırmak için güçlü sorumlular var" deyip sorumluluklarımızı ertelemektir. Oysa bu çağda devlet, sorunları milletle beraber çözmektedir. Artık düğüm İskender kılıcıyla çözülmüyor. Bu çağ, milletlerin layık olduğu idareye kavuşma çağıdır. Herkesin, güç yetirdiği kadar iyilikten pay alma sorumluluğunu yerine getirmesi gerekiyor. Çıkarcılar, menfaatleri için her zulmü irtikap ederken, iyilik cephesi boş kalırsa felaket kapıya dayanmış demektir. Müslüman, iyilik cephesinin sahibi ve sorumlusudur. İyiliği başkalarından beklentiye girmesi, cepheyi boş bırakması demektir.

Bir de İslâm dünyası olarak, geçici olmakla beraber özel bir durumumuz var. Bütün dünyanın üzerimize çullandığı, "İlk Cihan Harbi"nin yıkıntılarından ayağa kalkmaya, bahar aydınlığını görmeye çalışırken, aynı düşmanlıkların çok daha derinlerden ve organize devam ettirdikleri çok cepheli, çok yüzlü ve sistemli bir düşmanlıkla karşı karşıyayız.

Bilginin yaygınlaşmış olması nedeniyle herkes açık ve net olarak görüyor ki, özgürlük ve iyilik maskeli bazı teşkilatlar salt İslâm düşmanlığı yapıyor. İslâmî ve ahlâkî yaşamı, hayattan silmek istiyor. Bilindiği gibi Fransa masonları toplanıp, "Halkın yüzde 80`i istese de aldırmayın, başörtüsü yasağını devam ettirin" diyor. Tabii her başörtüsü için değil. Yalnız İslâm`a karşı. Öğrenciyi okula; hastayı hastaneye almayan; karısı başörtülü memurun emeklilik hakkını da iptal ederek görevden uzaklaştıranlar terfi ettirilip, güç kazandırılıyor. Bu zulüm, Türkiye`de batarken, Azerbaycan`da, Şili`de... hortlatılıyor.
Bankada milyonlar biriktiren dilenci sadaka beklediği sürece, zenginlik nimetinden ne kadar yoksunsa; iyiliği hep başkalarından bekleyen, elindeki imkânları kullanmayıp ileriye saklayan da iyilikten nasipsizdir.

Başbağlar zulmü veya herhangi bir zulüm için, "Benim yapabileceğim bir şey yok ki" diye vicdan tıpası mazeretler üretip, iyiliği başkalarından beklemek, her iki dünya için de zarardır. Yapabileceğimiz çok şey vardır. Mesela, zulüm hizmetkârı gazeteyi almayarak, kendi ağırlığımızı hak cephesine koyabiliyor muyuz! Yoksa, "Evet, bu gazete, halkın zihnini karıştırmak, ahlâkı tahrip etmek istiyor ama.." diye bahanelerle, Hak`tan değil çıkar veya güçten yana mı yer alıyoruz. İyiye, güzele, Hakk`a sahip olmanın ilk şartı Hak cephesinde yer almaktır. Şehitler ve mazlumların çağrısı ve dertlerin devası da buradadır.

 

Hasan Aksay / Yeni Akit