Hüseyin Sağlam / Haber Analiz / Doğruhaber

ÖYM’lerin etki alanı ve yapısındaki değişikliğin bazı maddeleri olumlu olarak değerlendirilirken, yerlerine kurulacak Ağır Ceza Mahkemelerinin de aslında şimdiden tartışmaların odağında kalmaya aday görüneceği açıktır.

Aslında İstiklal Mahkemelerinin kurulmasını ön gören devlet refleksinin modern tezahürü olarak DGM-ÖYM-AYM geleneğini okumak mümkündür. Refleks aynı kalınca bu tür “Özel” mahkemelerin tartışmaların odağından kurtulması da mümkün değildir.

ÖYM’lerin değiştirilmesiyle beraber yapılan eleştiriler de göz önüne alınarak şimdilik “pembe tablolar” çizilmektedir. Ancak uygulama pratiği, tablonun pembe mi yoksa ak mı çıkacağını gösterecektir. Nihayetinde “Özel yetki”lere sınır(sızlık) tayin eden asıl faktör, mevcudiyetini korumayı sürdüren muğlak yasalar (TMK’daki ilgili yasalar gibi) ve yargı erkinin zihni yapısını şekillendiren devlet sistematiğinin konjonktürel eğilimleridir. Buna bir de çokça dillendirilen “sızmaları” eklerseniz, yargı, adalet dağıtmaktan çıkar; defterlerin dürüldüğü hesap kitap mekânı haline gelir.

Bunun yanında şu hususları da irdelemekte yarar vardır:

1 – ÖYM’lerin “çizgiyi aştığı”, hukuki normlara aykırı hareket ettiği ön kabulünden hareketle değişiklik yapılma yoluna gidildi. Ancak süren eski davaların aynı mahkemeler eliyle yürütülmeye devam edilmesi, o halde bu değişiklikler neden yapıldı sorusunu bir kez daha sormayı zorunlu kılmaktadır.

2 – Daha da önemlisi, hukuksuzlukların merkezine dönüşen ÖYM’lerin verdikleri geçmiş kararlar ne olacaktır? ÖYM’leri değiştirme sebebi olarak söyleyebileceğimiz hukuksuzluk faktörü göz önüne alındığında hukuksuz bir kurumun hukuk namına binlerce kişiye verdiği ultra cezalar bu durumda tartışma konusu olması gerekmez mi? Ya da yeni oluşacak sistemde ki ÖYM’lerden bir farkı olacaksa tecziye edilen dava dosyalarının yeniden değerlendirmeye tabi tutulması zorunluluğu doğması gerekmez mi?

Bırakın ÖYM’yi, DGM mantığının yerden yere vurulduğu bugünkü koşullarda hala cezaevlerinde yatan binlerce kişi, DGM damgalı hukuksuzluk kararlarıyla içerde yatmaktadır. 28 Şubat dönemi yargı kararlarının tartışmaya açıldığı günümüzde 28 Şubat öncesi DGM kararları gereği halen hatırı sayılır bir mahkum kitlesinin içerde tutulmasının tuhaflığı saklanamayacak kadar ortadadır.

Emniyetin “Etkin Mücadele” mantığı doksanlı yıllardan kalmadır

Son olarak yapılan güvenlik zirvesine damga vuran, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı “Terörle Mücadele Stratejisi” raporu oldu.

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in isteği üzerine hazırlanarak güvenlik zirvesine sunulan raporda yer alan kimi öneriler, koşulların gerektirdiği yöntemlerden oluşurken, kimi önerilerin ise 1990’lı yılların aşırı güvenlikçi yaklaşımını çağrıştırması açısından dikkat çekiciydi.

Bu bağlamda sıralanan bazı öneriler,  2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun günün şartlarına göre değiştirilmesi isteği, kurumlararası koordinasyona yargının da aktif katılımının sağlanması, STK’lar tarafından çocuklara ve gençlere yönelik yürütülen çalışmalara destek verilmesi, çocukların terör suçlarından alıkonulması için yürütülmesi istenen sosyal politikalar üzerine kuruluydu.

Raporda en ilgin önerilerden bir tanesinin “Terörle mücadelede güvenlik kuvvetlerimizin CMK 250. Madde ile yetkili mahkemelerce yürütülen projeli çalışmaları ile elde edilen kazanımlar kaybedilmemeli” şeklinde olması, ÖYM tartışmalarının gündemde olduğu ve hükümetin bu alana dair mülahazalarının bilinmesi açısından hayli dikkat çekiciydi.

Bir devletin “tehlike” olarak arz ettiği unsurlarla mücadele stratejisinde “koordinasyon” faktörüne vurgu yapması anlaşılabilir bir şeydir. Ancak tanımında “Hukuk devleti” bulunan bir devlette bağımsızlığı esas olan yargının “mücadele koordinasyonuna” dahil edilmesi, son olarak ÖYM’lerle anılan hukuksuzluğa ilk adımı teşkil ettiği/edeceği aşikardır.

28 Şubat döneminin en fazla tartışılan ve yargıyı en fazla yıpratması bakımından dikkat çeken “Brifing” mantığının işletilmesi demek olan bu istek, aslında yargı erkini adalet duygusundan uzaklaştırıp operasyonel güçlerin etki alanına dâhil edilmesi demektir. Türkiye’de “terör” denince akan suların durması, yargı erkinin çatık kaşlı zevata evrilmesi, bunun sonucunda da yargıya güvenin dibe vurması, tamamen operasyonel yargı süreçlerinin işletilmesinden kaynaklanmaktadır.

Yargının şimdiki gibi örtülü değil, açıktan operasyonel sürece dâhil edildiği 1990’lı yıllarda savcıların “komutan” sıfatıyla sorgulara katıldığı, nöbetçi savcıların beğenmedikleri ifadelere karşın hem de adliye salonlarında sanıklara tekme tokat girişebildiği bir “koordinasyon” sürecinin gelinen noktada Türkiye’ye nelere mal olduğunu söylemek bile gerekmez.

Şimdiye kadar test edilerek yanlışlığı onaylanan bir “operasyonel yargı” sürecine yeniden özlem duyulması, belki de eski güvenlikçi mantığın tamamen kurumsallaşmasına duyulan arzunun rapora bürünmüş hali olsa gerek.

Çocuk ve gençlere dönük “sosyal politikalar”, keza operasyonel yargı sürecinden geri kalır bir yanı kalmamıştır. Elbette genel anlamda sosyal politikaların olması, “tehlike” olsun ya da olmasın zaten gereklidir. Ancak “terör tehlikesinden” gençleri uzak tutalım derken “fuhuş ve ahlaksızlık terörüne” kapı aralayacak alternatiflerle sahaya çıkmak, keza test edildiği gibi fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Gençleri Latin Amerika danslarına özendirmek, karma havuzlarda yüzdürmek, kokteyl, veda partileri vs ile “sosyalleştirmek”, olsa olsa bataklığı yaygınlaştırmak olacaktır.  

“STK’lar tarafından çocuklara ve gençlere yönelik yürütülen çalışmalara destek verilmesi” önerisi ise, İslami STK’lara yönelik keyfi baskınlar ve verilen insafsız cezaları hatırladıkça sadece “mide bulantısı”na yol açtığını belirtmekte fayda vardır.

Burada STK’ların ayırıma tabi tutularak “kriminalize STK” üretme veya ihtiyacı STK ithalatında görme projesinden hareketle yerli STK’lara karşı takınılan düşmanca tutum göz önüne alındığında, istenen STK profilinin bölgede “işbirlikçi STK” algısını pekiştirdiği, bunun da sadece STK’cılık oynanmakla yetinmeye yol açtığı bir tabloyu görmemek mümkün değildir.

Yargının alması istenen pozisyon, sosyal politikalar, ÖYM kazanımları, STK faktörü vb göz önüne alındığında, burada genel anlamda bir ıslah raporu yerine Emniyete sirayet eden “grupçuluk” ruhunun tarafgirlik kokan önerilerinin sıralandığını söylemek daha doğru olacaktır.

“Yağmur Duası”nın Lübnan versiyonu yayında!

Geçen hafta Lübnan’ın Sayda kentinde bir araya gelen bir grup, Hizbullah’ı “Silahsızlandırma duası” denebilecek bir eylem gerçekleştirdi.

Şeyh Ahmed el Asir öncülüğünde yapılan eylem, Hizbullah’ın silahsızlandırılarak, mevcut silah stoklarının Lübnan ordusuna devredilmesini öngören oturma eylemine dönüştürüldü.

Bu amaçla bir araya gelen grup, yolları trafiğe kapatarak, Hizbullah silahlarını devretmedikçe oturma eylemlerini bitirmeyeceklerini de belirtmişler.

İşgalci siyonist rejimin korkunç katliamlara dönüşen işgal ve saldırıları esnasında “Hizbullah biter” umuduyla evlerinde “oturma eylemi” yapmak suretiyle ağababalarının safında olduklarını onlarca kez ispatlamış “eylemci şeyh-alim” topluluğunun, söz konusu Hizbullah olunca sokağa taşmaları, yaşanan fitne süreciyle beraber değerlendirildiğinde daha da anlamlı bir tablo oluşturduklarından kuşku yok.

Kaldı ki, elindeki silahıyla siyonist işgalciyi geri püskürten bir mukavemet gücüne karşı “Devrimci halk savaşı”na soyunmak, Hizbullah – İsrail ikilemi göz önüne alındığında Hz. Musa’ya karşı bedduaya, tarihsel arka plana sahip malum saiklerle çıkmak anlamına gelir. Bu türden “fitne duaları”na alet olanlar, aynı zamanda perde gerisindeki aktörler topluluğunun kimliklerini de ele vermektedirler.

En son 2006 savaşında siyonist katil, tüm bölgesel ve uluslararası güçlerin de onay ve aktif desteğiyle Lübnan’ı tarumar etme pahasına Hizbullah’ı bir “tehdit unsuru” olmaktan çıkarmak için yaptığı hamlelerinden başarısızlıkla çıkarken aynı zevatın arka planını oluşturan ağababaların, daha fazla yıkım için israil’e yalvarmaları, saldırıları bir müddet daha sürdürme yönündeki ricaları henüz unutulmuş değildir.

Böyle kapsamlı bir saldırıya rağmen silahtan arındırma operasyonlarında başarısız kalan ağababaların yanı sıra kral hazretlerinin arzu ve temennileri de ortadayken, “alim-şeyh” sıfatıyla bu arzuya çanak tutup eyleme çıkmak, Husban Dağı’nın eteklerinde şaşkına dönmektir.

Bunun yanı sıra, genelde bölgede, özelde de Suriye’de cereyan eden hadiselerin belli mahfillerce mezhepsel fitneye yatırım aracı kılınmasındaki tercihli çabalar, aslında tüm Sünnileri Husban Dağı’nın eteklerine çıkararak dillerini sarkıtma çabalarına amade kılmaya yöneliktir.

Hizbullah veya İran ne kadar “kötü” de olsa, kötülükte israil’in eline su bile dökemezler. Her gün hava saldırılarıyla yeni katliamlar yapan siyonist rejimin korsan varlığını tartışmaların odağından çekme karşılığında İran veya Hizbullah’ın konumunu tartışmaya açmak, spekülatif haberlerle manipülasyonlar zincirine yeni halkalar iliştirmek demektir.

Eski usullerle bunu başaramayanların, başlarına sarık bağlayıp ‘Hacı’lığa soyunan tilkilerden olması, Sünniliği emperyalizmin avareliğinde gören bir takım “Erbab-ı tedhişe”yi etkilemiş görünse de sarıklı tilkide ‘Hacı gözü’ olmadığı her halinden bellidir.