Yabancı bir yazar, Müslümanlar hakkında olumsuz yazılar yazan başka bir yabancı yazar hakkında  “Onun yazdıkları doğru olamaz; çünkü o, hiçbir Müslüman’la konuşmamış. O,  hiçbir Müslüman toplumun dilini bilmiyor” diyordu.  Haklı değil mi?

   Biraz düşünelim lütfen. Acaba biz, dünyada kendi toplumumuz dışında hangi Müslüman’la konuşabiliriz?

   Kendi toplumu dışında hiçbir Müslüman’la konuşmayı beceremeyen bir Müslüman… Yoksa ümmet değil miyiz? Ümmetten değil miyiz? Öyleyse neden ümmete giden yolları kapatmışız? O yolları açmak için neden uğraşmıyoruz?

   Yollar coğrafyaları nasıl bağlıyorsa, birbirileriyle ilişkileri süren komşu ülkeler arasında nasıl yollar varsa; gönüller arasında bağlantı için de dil vardır. Ortak dil, farklı yerlerdeki gönülleri birbirine bağlayan ortak bir yol ağıdır. O yol üzerinden birbirimizi dinler, birbirimizi anlar, birbirimizin acılarına, sevinçlerine ortak oluruz; o yol sayesinde birlikte güler, birlikte ağlarız. Böylece ortak duygularımız, bize ortak bir şekil verir.

  Bir zamanlar, Müslümanların bir “evrenseli” vardı. Çin’den çıkan bir İslam âlimi, Fas’a kadar yol alabiliyordu. Güvenilir yol ağı sayesinde mi? Elbette! Ama o maddi yolun yanında bir manevi yol da vardı. Ayak o maddi yolda yürürken gönül ve akıl o manevi yol üzerinden yol alıyordu, uğradığı toprakların gönüllerinde, akıllarına konuk oluyor; onlara veriyor ve onlardan nasipleniyordu.

   Neydi o manevi yol? Arapçaydı elbette… O âlim veya o tüccar veya o gezgin… Uğradığı her köy, kasaba ve şehirde ümmetin ortak dili Arapça sayesinde kolaylıkla iletişim kuruyor; orada ihtiyaçlarını karşılıyor, oranın insanına lazım olanı veriyor, kendi için lazım olanı onlardan alıyordu. Yollarımız ortak, duygularımız ortak, düşüncelerimiz ortaktı.

   Sonra, ümmetin yollarını tıkadılar, aramızdaki ana caddelere mayınlar döşediler, dikenli teller yerleştirdiler, öz evlatlarımızdan silahlı adamlar diktiler… Burada anlatılan, bildiğimiz yollardır… Bir de manevi yollar düşünün… Ortak dilimizi yasakladılar, anlaşma yollumuzu kapattılar; Arapçayı yazı, eser olarak ve bir konuşma aracı olarak kaldırdılar. Şimdi birbirimizle ya hiç konuşamıyoruz ya da onların diliyle ancak konuşabiliyoruz. Buradan bir Müslüman, Pakistanlı bir Müslüman’la ancak İngilizce anlaşabiliyoruz. İngilizceyi bilmek kötü mü? Asla… İngilizceyi öğrenmek gerekli mi? Bugünkü dünyada en azından bir kısmımız için “Evet”…

   Ya Arapça… Kur’an-ı Kerim’i okurken anlamak… Resulullah’la hadis üzerinden doğrudan sohbet edebilmek… Bu şerefe kavuşmak istemeyenimiz var mı? Ama istek karara dönüşmedikten sonra samimiyetsizliğin yol işareti değil midir?

   Gelin, Arapça öğrenmeye Kur’an’ı anlamaya, Resulullah’la sohbet etmeye karar verelim!

    Nerden öğrenelim? Klasik kitaplardan elbette… “İzzi ilme min dizi (İzzi ilmimi çaldı)” eserleri sadece birer eserdir, hepsi o kadar… Klasik kitaplar (Sıra Kitaplar Kitabe Reze),     1.Öğretirken eğitir, İslami eğitim verir.

2. Hayatın bütün anlarında başarı için aşamalandırmak ve aşamanın gerekliliklerine bağlı kalmak esastır. Aşamanın gerisinde kalan ya da aşamayı zamansız aşan haklıysa bile haksızdır, onun başarısı aldatıcıdır ve o başarı yarın için bir sorun kaynağıdır. Klasik kitaplar işte bu disiplini kazandırır. Onlardan her eser, bazı bilgiler verir; daha fazlası için bir sonraki eseri beklemeyi bilmek zorundasın. Bu fazilete ermeyen bilgiye ulaşabilir. Ama “âlim” olabilir mi, ona siz karar verin…

3. Klasik kitaplar, size nerede olduğunuzu öğretir, böylece “kendimizin farkında” olursunuz. Bu fazilet hangimize lazım değil?

4. Klasik kitap ilim halkaları oluşturur. Halkaya dâhil olmak özlemimiz değil mi?

5. Klasik kitap hocaya saygıyı öğretir. Ona nasıl muhtacız!

Abdulkadir Turan / rehberlik/doğruhaber