Hüseyin Sağlam / Haber - Analiz
Katliamda şehid olanların anısına ikinci anma yıldönümü hazırlıklarının yapıldığı bir esnada İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı’nın hazırladığı iddianamenin yayınlanması, içerik itibariyle hayli dikkat çekiciydi.
İddianamede katledilen ve yaralananlarla ilgili istihbarat raporları doğrultusunda verilen teknik bilgilerin yanı sıra suçlanıp haklarında birden fazla kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen kişilerin Siyonist rejim üst düzey askeri yetkililerden oluşması, tartışmaları daha da yoğunlaştıracak gibi.
İddianamenin başlıca sanıkları, dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenazi başta olmak üzere Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Maron, Hava Kuvvetleri İstihbarat Sorumlusu Avishay Levi ve İsrail İstihbarat Başkanı Amos Yadlin gibi üst düzey askeri yetkililerden oluşmakta ve bunlara 10 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası öngörülerek Türkiye’ye gelmeleri halinde tutuklanmaları istenmektedir.
Mavi Marmara hadisesinin gerçekleştiği sıcak ortamda siyasilerin ortaya koyduğu sert tepkilere rağmen iddianameye konu olan gerekçelerle savcılıklara yapılan suç duyurusu başvuruları genellikle geçiştirilerek işleme konmadı. Siyonist rejimle siyasi ve bazı askeri işbirliği konuları gözden geçirilse de yapısal anlamda ilişkiler çok da fazla etkilenmedi. Hatta geride kalan dönemlerde ekonomik ve ticari faaliyetler katlanarak artış gösterdi. Ulusal ve uluslararası arenada Türk politikacıların sert söylemlerine karşın özellikle İHH’nın Mavi Marmara olayını çok fazla irdelemesinin önüne geçildi. Bu konuda piyasada dolaşan bazı kulis haberlerine göre İHH yetkililerinin bu konuda çok da ısrarcı olmamaları konusunda bir nevi susturuldukları bile iddia edildi.
Kaldı ki Türk makamlarınca israil’le ilişkilerin normalleşmesi için öne sürülen şartlar, kısık seslerle dillendirilen Gazze ambargosunun kaldırılması şartına ek olarak özür dilenmesi ve tazminat şartları vardı. Şartlar arasında israil içerisinde bile suçluların cezalandırılması gibi bir talep hiçbir zaman dillendirilmedi. Aynı süreç içerisinde israil takımlarının müsabakalarının Türkiye’de yapılmasını protesto eden kişilere karşı jet hızıyla davalar açılırken, Asya konvoyunun D.Bakır ayağından dolayı İHH Başkanı Bülent Yıldırım ile Mustazaf-Der yetkilileri hakkında soruşturma süreci henüz sonuçlanmamışken Mavi Marmara katillerine yönelik iddianamenin bu süreçte hazırlanması adeta sürpriz oldu.
Sürpriz oldu, çünkü uzun süredir bu konudaki şikâyetleri soruşturmakla yükümlü savcılığın “pasif” tutumu, açıkçası mağdur tarafları bile çileden çıkarmış, hatta bu tutumla ilgili Çağlayan’daki adliye önünde, Eylül 2011’de bir basın açıklaması bile yapılarak savcılığın tutumu protesto edilmişti.
İddianamenin yayınlanması, katliamın ikinci yıldönümüne denk gelmesinin yanı sıra geçen hafta israil medyasının, israil’le arayı düzeltmek için Başbakan Erdoğan’ın bir elçi gönderdiği haberine ek olarak bakım gerekçesiyle israil’e gönderilen ancak siyasi krizden dolayı israil makamlarınca el konulan Heron’ların Türkiye’ye geri gönderilmesine denk düşmesi de ayrı bir “tesadüf” olsa gerek!
Her halukarda siyasi anlamda israil’e rest çeken, bunu biraz da içerde ve bölgesel gelişmelerde tribün mantığıyla idare eden hükümetin nihai anlamda israil’le köklü bir hesaplaşma içerisine girmekten uzak olduğunu ortaya koyan tavrına karşın ilişkileri, hükümetin ileri sürdüğü şartların hayli ötesine taşıyacak içerikte bir iddianamenin ortaya çıkması, Türk-İsrail ilişkileri açısından zorlu bir sürecin de kapısının aralanması anlamına gelmektedir.
Bu durum ister istemez iddianame çerçevesinde bazı soruları da beraberinde getirmektedir. Şayet hükümet, tartışmalara neden olacağına kesin gözüyle bakılan iddianamenin arkasında durup “bağımsız yargının insiyatifi” diyerek bunu sahiplenirse, o zaman işleyen doğal bir sürecin yargı hantallığından kaynaklanan gecikmesi olarak bunu değerlendirmek ve hatta takdir etmek mümkün olacaktır.
Ama iddianameden dolayı israil’in göstereceği olası tepkilere ek olarak hükümetin bu konuda yargı erkini baskı altına alması, iddianamenin sümenaltı edilmesi gibi bir durum sözkonusu olursa, bu kez uluslararası alanda hükümeti zora sokma tezi üzerinden tartışmalar yön bulacak ve tartışmalar daha ziyade Türkiye’deki iktidar mücadelesinde hükümete yönelik ikinci yargı komplosu gibi bir tartışma zemini üzerinden yürütülecektir. Bunun anlamı, iktidar içi mücadelede israil faktörünü elden bırakmamak ve hükümete karşı bu faktörün desteğini garantilemek olacaktır.