Belirli bir coğrafya üzerinde yaşayan, ortak bir kültüre ve tarihe sahip toplulukların birlik iradesinin tecessüm ettiği yer millet kimliği. Milletin oluşumunda elbette siyasetin de payı var. Ne de olsa siyasi sınırların olmadığı bir tarih kesiti yok gibi. Çünkü dünyanın tek bir siyasi otorite altında toplanması muhal. Aynı dine inananların tamamının tek bir yönetim altında toplanması da hep arzu edilmiş, ama gerçekleşmemiş bir hedef.

Müslümanlar arasındaki siyasi ayrışmalar neredeyse daha Hulefa-i Raşidin döneminden itibaren ortaya çıkmaya başlamış. Hıristiyan Avrupa Roma İmparatorluğu`nun dağılmasının ardından yeni bir Hıristiyan Birliği hayalleri kurmaya başlamış. Bugünkü Avrupa Birliği`ni ortaya çıkaran düşüncenin arkasında bu hayal de var. Ama önce mezhep farklılıkları, sonra laikleşme temayülü ve nihayet dünyanın dört bir tarafına dağılmış bir nüfus tablosunda bunu gerçekleştirmenin imkanı yok.

Yine de imparatorluklar çağı nispeten sakin bir dönem. Çünkü yapısı itibarıyla imparatorluklar çatısı altında birleştirdiği sayısız toplulukların ne birleşme arzularına ket vuruyor ne de onlara ayrılma ihtiyacı duyuruyor.

İmparatorluk sonrası dönemde ortaya çıkan “ulus-devlet”lerde ise bu problemlerin her ikisi de var. Ulus-devletin ister istemez dışarıda bıraktığı akraba topluluklarla veya daha geniş düzlemde din kardeşleriyle bir arada olmayı isteyenlerin yapabilecekleri bir şey yok. Aynı şekilde diğer etnik kimliklerle birlikte var olmak yerine kendi etnik temelli siyasi varlığını oluşturmak isteyen mikro milliyetçilikler de şikayetçi ulus devlet yapısından.

Mehmet Akiflerden, Said Nursilerden, Necip Fazıllardan, Nurettin Topçulardan bugüne kadar entelektüel İslamcı gelenek “millet” kavramını “birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır” anlayışı çerçevesinde yorumlaya geldi. Bölünme yanlısı “etnik milliyetçi” hareketlere iyi gözle bakmadı. Kendi içimizdeki birliği sağlamadan İslam dünyasının geri kalanıyla işbirliğine yönelmenin anlamsızlığını savundu. Ama bugünkü bazı İslamcılarda öyle bir kafa karışıklığı var ki Türkiye Cumhuriyeti`ni hem ümmetin tamamını kapsamıyor diye benimsemiyorlar hem de farklı etnik aidiyetleri bir arada tuttuğu için kızıyorlar.

Hayrettin Karaman bu ülkenin en önemli ve itibarlı İslam alimlerinden biri. Geçenlerde Yeni Şafak`ta bu konuda yazdığı yazıya insaf ve saygı sınırlarını bir hayli aşan eleştiri ve saldırılar oldu. Bunları şaşkınlıkla okudum. İtiraz edenler sadece PKK`lılar değildi çünkü. İslamcı diye anılan kişiler de vardı bunların aralarında.

Karaman Hoca şunu diyordu: “Müslümanların bütün farklılarla beraber üzerinde yaşadığı, ecdad yadigarı, ümmetin mülkü olan bu toprakları -yakın tarihte olanlara ek olarak- daha fazla bölmek meşru olmadığına göre Müslümanların bölmeye karşı tavır almaları gerekmez mi?

Müslümanlara düşen vazife daha fazla bölünmek, daha fazla çatışmak yerine birleşmek, bütünleşmek, hak ve adaleti birlikte sağlamak için işbirliği yapmak, birlik, dirlik ve düzenimizi bozarak meşru olmayan menfaat devşirme peşinde olanlara fırsat vermemektir. Mevcut düzen bu davranışa engel değildir.”

Aklı başında her Müslüman`ın altına imza atacağı bu yazıya karşı yöneltilen itirazlar özetle “Karaman Hoca ulus-devleti savunuyor. Oysa ulus devlet ümmetin bütününü kucaklamıyor” şeklindeydi. Ulus devletin tarihsel-sosyolojik bir aşama olduğunu düşünmeksizin ve tabii ulus (millet) kavramının tanımındaki -Kemalist dönemin uygulamalarından kaynaklanan- problemleri çözmeyi hedeflemek yerine slogan atmayı tercih eden bu arkadaşlara şunu sormak lazım: “Ulus-devlet” ümmet anlayışına dar geliyorsa, “etnik devlet” ferah mı gelecek?

NOT: Hoca`nın “federalizm dahil her şey konuşulabilir” diyenlere yönelik eleştirisine itiraz edenleri ayırıyorum. O ayrı bir konu.

İbrahim Kiras / Star