1925-1927 yılları, Türkiye'de büyük siyasi ve sosyal olayların yaşandığı, devletin, sosyal hayatın ve hukuk düzeninin laikleşmesinin başladığı yıllar oldu. Söz konusu dönem Şeyh Said hadisesiyle başlarken, İstiklâl Mahkemeleri marifetiyle sürece muhalefet edebilecek her kesim ya ortadan kaldırıldı ya da cezaevi ve sürgünlerle cezalandırılarak sindirildi.
Şeyh Said hadisesinden sonra halka, önce doğu bölgelerinden başlamak üzere yepyeni bir ideolojik kimlik dayatıldı. Devletin inkılâpçı kadroları, arzu ve ihtiraslarını devlet politikası olarak uygulamaya başladı.
Kıyamlar en vahşi yöntemlerle bastırıldı. İlk etapta bölge illerinden binlerce insan, aileleri ve çocukları ile beraber başta Batı illeri olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanına sürgün edildi. Bu sürgünlere maruz kalanların sayısı, resmi kaynaklara göre 500 bin civarındaydı.
8 bin ev yıkıldı, 15 bin kişi katledildi
Devlet bu sürgünlerle, bütün bir coğrafyanın demografik yapısını belli bir plan dâhilinde değiştirmek istedi. Tabii bu sürgünler, Şeyh Said kıyamına katılan katılmayan on binlerce insana yönelik gerçekleştirilen temizlik harekâtının ardından gerçekleşti. Sadece resmi kayıtlara bakmak bile bu katliam, cinayet ve tecavüzlerin mahiyetini ortaya koymada yeterlidir. Kıyam esnasında ve kıyam bastırıldıktan sonra 8 bin ev harap oldu 15 bin kişi katledildi, sayıları tespit edilemeyen yüzlerce köy de yakıldı.
Bu katliamlardan biri de Elazığ'ın Palu ilçesine bağlı Gülüşkür köyünde yaşandı. Şeyh Said Efendi'nin şehadetinin ardından, dönemin inkılâpçı kadroları, yörenin 28 ileri gelenini sebepsiz yere katletti. Söz konusu katliam, tarihi vesikalarda geçmeyen, geçmişin korkularından kaynaklı, açıkça dile getirilmeyen bir katliamdı.
Katliam Nasıl gerçekleşti?
Görgü tanıklarından Süleyman Bilici'nin anlattığına göre katliam şöyle gerçekleşir:
Şehit Şeyh Said Efendi'nin kıyamından sonraki Ramazan ayında, bir akşamüstü, devlet memurlarından biri Sadettin Efendi ile Nüfus Müdürü Niyazi Efendi'nin evine gelir. Ertesi sabah ifade işlemleri için o zamanın askeri yetkililerinin kendilerini beklediğini söyler ve gider. Sabah olunca Nüfus Müdürü Niyazi Efendi, Saadettin Efendi ve yaşananların tanığı Süleyman Bilici, beraberce Murat Irmağı'nın kenarına gelirler. Amaçları bir sal ile karşıya geçmek ve askerlerin bulunduğu yere giderek ifade vermektir. Saadettin Efendi Osmanlı'nın son dönemlerinde Palu'da kadılık yapmıştır. Kadılık belgesi akrabalarında halen mevcuttur.
Süleyman Bilici yolda yaşananları şöyle anlatır:
"Sabah yola çıktık. Niyazi Efendi, Saadettin Efendi'ye dönerek 'Efendi! Gel biz geri dönelim. Bu gidişin geri dönüşü yok.' dedi. Çünkü o zamanki Kemalist rejim, Şeyh Said kıyamından sonra bölge insanını kıyımdan geçiriyordu. Bu korkuyu yaşadığı için Niyazi Efendi böyle bir teklifte bulundu. Sadettin Efendi hiç duymamış gibi yoluna devam etti. Biraz daha yürüdük. Niyazi Efendi tekrar, 'Efendi! Kurban, gel buradan gidelim. Bu gidişin dönüşü yok.' dedi. Bu durum tam üç kez tekrar edince Sadettin Efendi, Niyazi Efendi'ye dönerek, 'Geri dönmek bize yakışmaz.' dedi ve yoluna devam etti. Niyazi Efendi ve ben onu takip ettik. Salın bulunduğu kıyıya geldik. Saadettin Efendi sala bindi ve bana 'Süleyman, sen artık geri dön.' dedi. Ben de istemeye istemeye geri döndüm."
"Palu'nun Büyük Cami'si gözaltı merkezi olarak ayarlanmıştır"
Bundan sonrası için görgü tanıklarının anlattığına göre Sadettin Efendi ile Niyazi Efendi sal ile karşıya geçer ve askerlerin bulunduğu yere gider. Askerler ise çoktan hazırlıklarını yapmıştır. Palu'nun meşhur Büyük Cami'si gözaltı merkezi olarak ayarlanmıştır. Sadettin Efendi ile Niyazi Efendi camiye girince kendileri ile beraber tam 28 kişinin gözaltına alındığını görürler. Bunların tamamı memleketin ileri gelenlerindendir. Şeyh Ali Sebti ailesinden Küçük Efendi de oradadır. Küçük Efendi gözaltına alındığında Palu Müftüsü'dür. Müftülük yaptığına dair belge halen mevcuttur. 15 günlük gözaltı süresinden sonra 28 kişiye, yargılanmak üzere Elâzığ'a sevk edilecekleri söylenir.
Bundan sonra yaşananları katliamın tek tanığı ve katliamdan kurtulan Sekrat Beyi Paşa Bey şöyle anlatıyor:
"Sekrat'da (Elazığ iline 46 kilometre mesafe uzaklıkta bir yer) babamı gözaltına almaya geldiler. Ben itiraz ettim, "Ben de geleceğim." dedim. Babamı götürmekten vazgeçtiler. Onun yerine beni aldılar. Babam bana yol harçlığı olarak bir kese altın verdi. Beni Palu Büyük Camisi'ne getirdiler. 15 gün sonra atlarımıza binerek Palu'dan Elâzığ'a doğru yola çıktık. Ne ile suçlandığımızı hiç söylemediler. Kimse ellerimizi bağlamadı. Elâzığ'a doğru yol aldık. Askerlerin çoğu yaya olarak geliyordu. Bizler Yarımca civarına gelince, 'Biz atlıyız, askerler yaya, kaçalım, bunların ne yapacağı belli olmaz. Bir daha memleketimize geri dönemeyebiliriz." dedik. Küçük Efendi'den bu konuda destur istedik. Küçük Efendi, "Sadettin'e sorun, o ne derse öyle yapalım.' dedi. Biz de durumu Sadettin Efendiye söyledik ama o kabul etmedi. O kabul etmeyince bizler de yolumuza devam ettik."
"Ses çıkmasın diye herkesi süngü ile katlettiler"
Akşamüzeri Gülüşkür Köyü yakınına geldiklerini söyleyen Paşa Bey, sözlerine şöyle devam eder:
"Nehirden ancak salla geçilebiliyordu. Ramazan ayıydı. Hepimiz oruçluyduk. Köyün yakınına varınca askerlerin başındaki komutan geceyi Gülüşkür Köyü'nde geçireceğimizi söyledi. Karanlık iyice çöktükten sonra komutan bizlere; "Sizleri ikişer kişi halinde köydeki evlere misafir edeceğiz." dedi. İki kişinin ellerini birbirine bağlayarak götürmeye başladılar. Gidenlerin ellerinin bağlanmasından bir şeyler olacağı konusunda şüphelenmeye başladık. Bu arada Küçük Efendi bana cebinden çıkardığı saatini verdi ve 'Bu sende kalsın.' dedi. Biraz zaman geçmişti ki bir el silah sesi duyuldu. Hepimiz irkildik. Ama etrafımızı komutanın emriyle çepeçevre kuşatan askerler silahlarının namlularını bize doğrultunca bir şey yapamadık. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu anladık. Sırayla iki kişi daha götürüldü ve bu götürme işlemi bu şekilde devam etti. Silah sesleri gelmiyordu ama yine de ters giden bir şeylerin olduğu belliydi. Sonra Küçük Efendi ile birini daha bağladılar ve götürdüler. Kısa bir süre sonra bir el silah sesi daha duyuldu. Ama yapacak bir şey yoktu. Sıra bana geldi. Benim ve Niyazi Bey'in ellerini birbirine bağladılar. Biraz ilerleyince, karanlıkta, yerdeki cesetleri gördük. Cenazeler arasında bir de asker vardı. Sessizce bir katliam gerçekleşiyordu. Götürdüklerinin tamamını, ses çıkmasın diye süngü ile katletmişlerdi. Sadece Küçük Efendi ve yerde yatan asker kurşunlanmıştı. Anlaşılan; askere verilen emri asker dinlememiş ve vicdansız komutanı tarafından vurularak katledilmişti. Küçük Efendi ise babayiğitçe alnından vurulmuştu. Yani 'Beni kahpece süngü ile arkadan vurmayın, babayiğitçe alnımdan vurun.' dercesine kurşunlanmıştı ve yerde yatıyordu."
"Küçük Efendi açıkça keramet göstermişti"
"Ben ve Niyazi Bey, durumu fark eder etmez karanlıktan faydalanarak Murat Nehri'ne doğru koşmaya başladık. Çalılıklara vardığımızda ellerimizi çözdük. Askerler bizi aramaya başladı. Niyazi Bey onları görünce hızla nehre doğru koşmaya başladı. Ben yerimde kaldım. Onun kaçması ile askerler, Niyazi Bey'i fark etti ve arkasından ateş ederek kendisini vurdular. Sonra beni aramaya başladılar. Askerlerden biri, beni saklandığım yerde buldu. Silahını bana doğrulttu. Ben yavaşça cebimdeki bir kese altını çıkardım ve askere uzattım. Asker altını görünce aldı ve beni görmemiş gibi davranarak geçti, gitti. Bulunduğum yerde uzun süre bekledim. Daha sonra sürüne sürüne Murat Nehri'ne vardım. Kendimi suya bıraktım. Biraz yüzünce kelekçilerle (ırmaklarda işleyen ve şişirilmiş tulumlar üzerine kurulan bir tür sal) karşılaştım. Kelekçiler beni görünce yanlarına almak istemediler. Çünkü kaçak olduğum her halimden belliydi. O zamanlar kaçak birini yanınıza almanız ve barındırmanız ölümle eşdeğerdi. 'Elimde onlara verecek bir şeyim de yok.' diye düşünürken birden aklıma Küçük Efendi'nin verdiği saat geldi. Hemen o çok değerli olan saati aldım ve Kelekçiye uzattım. Kelekçi saati görünce, beni keleğe aldı. Küçük Efendi açıkça keramet göstermişti. Nelerin olacağını önceden hissetmiş, katliamdan sadece benim kurtulacağımı anlamış ve saati bana vermişti. O saat olmasaydı ve kelekçiler beni yanlarına almasaydı ya boğulacaktım ya da askerler tarafından fark edilerek öldürülecektim."
"Suçsuz olduğumuzu bizzat bizi katledenler ifade etmişlerdi"
Kelekçilerin daha sonra kendisini uygun bir yere bıraktığını anlatan Paşa Bey, sonrasında yaşananları ise şu şekilde ifade eder:
"Gizlene gizlene Kars'a kadar gittim. Orada, bir köy ağasının yanında hizmetçi olarak çalışmaya başladım. 5-6 ay orada kaldım. Memleketime dönemiyordum. Bir gün bana, ben dâhil gözaltına alınıp katledilen 27 kişinin tamamının mahkeme tarafından suçsuz bulunduğu haberi geldi. Katledilenlerin tamamının suçsuz olduğu ortaya çıkmıştı. Yani katledilen 27 masumun suçsuz olduğu, bizzat kendilerini katleden zihniyet tarafından tescillenmişti. Kemalist rejim bir taraftan masum insanları katlederken diğer taraftan suçsuz olduklarını söylüyordu. Katliamı gerçekleştiren askerler, tam bir ay boyunca katliamı gerçekleştirdikleri bölgeye giriş çıkışları yasakladılar, o bölgeye kimseyi almadılar. Amaçları, şehidlerin, Şeyh Said ve Üstad Bediüzzaman gibi mezar yerlerinin belli olmamasıydı. Katliam yeri iyice belirsizleşince asker o bölgeden çekildi. Maalesef tüm aramalara rağmen şehidlerin cenazelerine ulaşılamadı. Olaydan 40 yıl sonra Murat Nehri'nin yatağındaki kaymalardan dolayı bir cenaze ortaya çıktı. Cenazenin uzunluğundan dolayı herkes onu Sadettin Efendi'ye benzetti. Çünkü Saadettin Efendi'nin boyu çok uzundu. Ama emin değillerdi. Cenazenin bir dişinin eksik olduğu görülünce bu durumu Sadettin Efendi'nin eşine aktardılar. O da Sadettin Efendi'nin kısa bir süre önce bir dişini çektirdiğini söyleyince naaşın Sadettin Efendi'ye ait olduğu kesinleşmiş oldu." (Murat Polat - İLKHA)