ORHAN KARAOĞLU /İSTANBUL - (AA) Uluslararası sistemin en önemli aktörü olan devlet sistemleri, 1648 yılında Avrupa ülkeleri arasında 30 yıl süren savaştan sonra yapılan Vestfalya barışıyla ortaya çıkmıştı. Avrupa ülkeleri için, devletlerin içişlerine karışmama, sınırların değişmezliği, devletlerin bağımsız egemenliği ve Avrupalı ülkeler tarafından oluşturulan uluslararası hukuk kurallarına uyma şeklinde geliştirilen Vestfalya anlaşmasıyla oluşturulan dünya düzeni daha sonra diğer Avrupalı ülkeler ve Kuzey Amerika için de geçerli olmuş, bu sisteme karşı çıkan ülkeler (I. ve II. Dünya Savaşı`nda Almanya, II. Dünya Savaşı`nda İtalya ve Japonya gibi) sistemin güçlü ülkeleri tarafından cezalandırılmıştı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan yapı, geleneksel güç sistemiyle Amerikan idealizminden oluşurken, dünya sisteminin yönetilmesi için Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütler de ihdas edilmişti. Serbest piyasa ekonomisinin yayılması için sömürge altındaki devletler bağımsızlıklarına kavuşturulurken bu yapılanmayla, savaşların ardından dünyada barışının sağlanacağı düşünülmüştü. Bu düzen Sovyetler Birliği'nin karşı çıkışıyla iki kutuplu bir yapıya evrilirken, Soğuk Savaş'ın başlamasıyla, ülkeler karşı karşıya gelmese de vekalet savaşları üzerinden birbirleriyle mücadele etmişlerdi.
1961 yılında doğu ve batı Berlin arasında önce basit bir dikenli tel iken sonra çelik ve tuğlayla örülen 46 kilometre uzunluğundaki bir yapıya dönüşen Berlin duvarının 1989 yılında yıkılışından sonra, uluslararası ilişkiler alanında temel söylemlerin ve kavramların değiştiği, yeni paradigmaların oluştuğu bir döneme girildiği kabul edildi. I. Dünya Savaşı`nın “tüm savaşlara son veren savaş” olarak tanımlanışı gibi, Soğuk Savaş'ın bitmesiyle de tüm duvarların yıkılacağı düşünülüyordu. Francis Fukuyama`nın 1989 yılında yazdığı “Tarihin Sonu” makalesinde öne sürdüğü tezler zamanın ruhunun da etkisiyle entelektüel dünyayı fazlasıyla etkilemişti. Makalede özetle, liberal demokrasinin ve kapitalizmin zaferinin sonunda, dünya tarihinin nihai aşamada bu zafer üzerine şekilleneceği ve “tarihin sonunun” geldiği anlatılıyordu.
KÜRESELLEŞME DALGASI
Küreselleşme dalgası özellikle 90`lı yıllarda bütün dünyada şiddetli bir şekilde hissedildi. Bu yıllarda ciddi akademik çevrelerde, ulus devlet kavramının sonunun geldiği, “jeopolitika” gibi kavramların öneminin kalmadığı yönünde tartışmalar dönüyordu. Bu dönemde kapitalizmin merkezinde jeopolitik bir mücadeleye girecek güçlü aktörler yoktu ve Batı dışındaki aktörler olarak Rusya ve Çin`de ise bunu zorlayacak kapasite yoktu. Doğu blokunun yıkılması ve Çin`in giderek yabancı sermaye çekmeye başlaması, Batı`da sıkışmış sermaye için yeni alanlar açmış, küresel kapitalizm için rahatlama sağlamıştı. ABD Almanya`nın Balkanları ve eski Doğu Avrupa`yı ekonomik hinterlandı haline getirmesine göz yummuş, ama siyasal etki alanı haline getirmesine müdahale ederek engellemişti. Rusya`ya eski Sovyet coğrafyasında bir alan tanınmış, onun dışına çıkmaya ise Rusya`nın gücü yetmemişti. Çin ise henüz jeopolitik bir oyuna girebilecek durumda değildi.
Bu koşullarda, ABD hakim çevreleri ve özellikle finans kapitali, Avrupa burjuvazisiyle birlikte yeni bir küresel hamle başlatıp sermayenin üstünlüğünü bütün dünyaya kabul ettirmeye girişti. 90`lar kapitalizmin tarihindeki en liberal dönem oldu; bir tür “liberal enternasyonalizm” zorlandı, sermayenin (özellikle Batı sermayesinin) imparatorluğunda bir dünya kurmak denendi. 80`li yıllarla birlikte serbest ticaret ve açık sermaye piyasası mantığıyla şekillenen küresel ekonomik düzen, 2008 ekonomik krizinin ardından kırılmaya başladı. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin yaşadığı bu ekonomik kriz sonrası uluslararası sistem çatırdamaya başlamış, bu çatırdamanın bölgesel yansımaları da özellikle Ortadoğu bağlamında sert olmuştu. Küreselleşme dalgası devam ederken, 2000`lerden itibaren önce 11 Eylül ile ABD`nin Afganistan ve Irak işgalleri, ardından Rusya ve Çin`in farklı nedenlerle güçlenmeye başlamaları, hem küreselleşmenin içeriğinde hem de jeopolitika anlamında yeni değişimler meydana getirdi. Özellikle Ortadoğu bölgesi bu değişim dalgasından fazlasıyla etkilendi.
ORTADOĞU`YA YANSIYANLAR
Ortadoğu ülkeleri II. Dünya Savaşından sonra kurulan uluslararası düzende, küresel aktörlerin enerji çıkarları, Arap-israil Savaşları, askeri darbeler ve otoriter diktacı yönetimler içinde yaşadılar. SSCB`nin çökmesiyle uluslararası düzende de nefes almaları mümkün olmadı. Batılı ülkelerin bölgeye müdahaleleri, rejim değiştirme çabaları, Irak`a müdahale ve sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, Ortadoğu`daki halkların Batı`nın ortaya koyduğu bu uluslararası sistemin meşruluğu hakkındaki sorgularının artmasına neden oldu. Özellikle 2003 yılında ABD`nin Irak`a müdahalesi sonrası başlayan kaosa etnik-mezhebi kimliklerin de dahil olmasıyla bölge, içinden çıkılamayan çatışmalar sarmalına girmiş oldu. 2006 Hizbullah-Lübnan savaşıyla ve 2010 yılında başlayan “Arap Baharı” dalgasıyla bölgede kaos derinleşti. Başlarda Arap Baharı ile “Batı tipi demokrasilerin” bölgeye yerleşeceği beklentisi hakimdi. Fakat Mısır`da gerçekleşen askeri darbe ve Suriye iç savaşında görüldüğü üzere, statükocu güçler değişime izin vermeyerek bölgeyi içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklediler. Ardından DEAŞ`ın ortaya çıkmasıyla bölgedeki düzensizlik hali birçok kırılma ve meydan okumayı açığa çıkardı.
DEAŞ`ın Suriye ve Irak`taki varlığıyla birlikte, bölgesel ve küresel aktörlerin bölgedeki varlıklarının daha da artması, jeopolitik ve jeo-ekonomik mücadelelerin iç içe geçmesine neden oldu. Bölgesel bir statükonun veya dengenin kurulmamış olması, bölgesel siyasetin de çok değişken ve kaygan bir zeminde cereyan etmesi, bölgedeki ana güçler arasındaki rekabeti kızıştıran, meselelerin geçireceği muhtemel evrimleri kestirmeyi güçleştiren bir duruma yol açtı. DEAŞ sonrası mücadele alanlarına İran`ın dahil olması ve İran`ın milisler üzerinden bölgede son yıllarda artan varlığına yönelik ABD, israil ve Suudi Arabistan tepkisi, bölgedeki çatışmalar silsilesinin devam edeceğine dair önemli işaretler veriyor.
DEĞİŞEN DENGELER
Sonuç olarak, her şeyden önce, uluslararası sistemin yapısını askeri-stratejik, siyasal ve ekonomik açılardan tek düzeyde ele almak artık kolay ve mümkün değil. Günümüz dünyasında örneğin Brezilya, Türkiye, Hindistan, Norveç, Güney Kore, Güney Afrika gibi ülkeleri uluslararası sistem içerisinde belirli bir yere oturtmak, sahip oldukları etki imkânlarına göre sınıflandırmak gerektiğinde, bu zorluk açıkça görülüyor. Öte yandan, 80`lerin sonlarında çöküşe geçtiği yönündeki tahminlere karşın “süper güçler” mücadelesinde ayakta kalan ve bugün için “dünyanın en güçlü devleti” unvanına sahip olan ABD`nin, uluslararası sistemin her düzeyde tepesinde yer aldığı keskin bir hiyerarşik yapıdan bahsetmek de mümkün değil. İki kutuplu sistemde, özellikle de sistemin kutupluluğunun “sıkılaştığı” dönemlerde, uluslararası sistemin bütününü etkileyen/belirleyen faktörler, sistemdeki alt sistemlerin de en önemli girdilerini oluşturmaktaydı. Bir başka deyişle, alt sistemlerin, sistemin bütününden otonom olma imkânları pek fazla değildi. Yeni uluslararası sistemde ise bu durum değişti ve hâlâ değişiyor. Alt sistemlere ilişkin olay ve olguların tahlilinde, eskiden olduğu gibi sorunları sadece ABD-SSCB rekabeti gibi sistemik bir temel belirleyiciyle açıklamak, ona indirgemek artık pek mümkün değil.
Yeni gelişen jeopolitik çatışma alanları, Ortadoğu, Latin Amerika, Asya ve Afrika devletlerinin uluslararası düzenin kurallarını oluşturan uluslararası hukuka ve uluslararası düzene bakışındaki değişiklikler, yeni mücadele alanlarının doğuşunu haber veriyor. Bu süreçte, “süper güç” olan bir hegemon devletin uluslararası sorunlarla kendi başına baş edemeyeceği ve sistemi tehdit eden hatalar yapabileceğini görüldü. Ezcümle, binlerce yıllık insanlık tarihi bir değişim ve dönüşümün hikayesidir; Heraklitos`un dediği gibi “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir”. Dünyadaki bu değişimde bazen küresel siyasi ortamdaki güç kaymaları ya da savaşlar, bazen büyük çaplı ekonomik krizler, bazen de küresel felaketler ve teknolojik yenilikler radikal değişikliklere zemin hazırladı. Uluslararası alanda diğer devletleri, kültürleri, coğrafyaları temsil edebilecek yeni bölgesel ve küresel güçlerin sistem içinde olduğu yeni bir dünya düzenine doğru dünyanın evrilmesi artık kaçınılmazdır.