İSTANBUL - BERDAL ARAL/ ANALİZ (AA) ABD Başkanı Donald Trump birkaç gün önce İsrail`i sevindirecek yeni bir adım atarak, ABD`nin BM bünyesinde 1949`da kurulmuş olan UNRWA (Birleşmiş Milletler Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı) aracılığıyla Gazze ve Batı Şeria`da yaşayan Filistinliler için her yıl yapmış olduğu olduğu 200 milyon doları aşan mali yardımı kestiğini ilân etti. ABD, kısa bir süre önce de, UNRWA`ya yapmış olduğu mali katkıyı bir miktar azaltmış bulunmaktaydı.
Filistinliler açısından bakıldığında, ABD`nin bu yeni adımı, bu ülkenin, Filistin sorununun barışçıl bir şekilde çözüm olasılığını dinamitleyen son marifeti olarak görülebilirdi. Nitekim Trump yönetiminin Mayıs 2018`de İsrail`deki Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv`den, doğu kısmı 1967 yılında İsrail`in işgali altına giren Kudüs`e taşıma kararı alması ve bunun yanı sıra, Kudüs`ü İsrail`in başkenti olarak tanıması, yıkıcı sonuçları olan bir başka girişim niteliğindeydi. Bir Amerikalı yetkiliye göre, Filistinliler`e yardımın kesilmesi kararı, Gazze`de yaşanan insani trajedide büyük payı olduğunu ileri sürdüğü Hamas yönetimine verilen bir mesaj olarak da okunmalıdır.
Hedef 5 milyon mültecinin dönüş hakkının iptali
Filistinli yetkililere göre, ABD`nin bu kararının ardında sadece iktisadi değil, aynı zamanda siyasi motifler vardır. ABD, Mayıs 2018`de büyükelçiliğini Kudüs`e taşıma kararıyla, Kudüs`ün statüsü konusunu Filistin`in geleceğine ilişkin müzakere masasından tamamıyla kaldırma niyetini izhar etmiştir. Şimdi de UNRWA`yı işlevsiz kılma yolunda atmış olduğu bu son adımla, ABD diasporada yaşayan ve sayıları en az 5 milyon olan Filistinlilerin kendi topraklarına dönüş hakkını tamamıyla iptal etmeyi hedeflemektedir. Bu süreçte ABD`nin gözettiği bir başka hedef ise, İsrail`le Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri bu uygun konjonktür içinde bütünüyle normalleştirmektir.
Bilindiği üzere, ABD`nin Kudüs`e ilişkin kararından sonra, Filistinli yetkililer, ABD yönetimi ile tüm görüşmeleri askıya aldılar. Ayrıca, ABD`nin bundan böyle Ortadoğu barış sürecinde arabuluculuk yapamayacağını ileri sürdüler. Mevcut Filistin yönetimi (Mahmud Abbas-FKÖ), ABD`nin Filistin halkını hedef alan bu son iki girişiminden yola çıkarak, iki-devletli çözümün artık bu ülke tarafından tamamen rafa kaldırıldığını; daha da ötesi, ABD`nin kendisini tamamıyla İsrail`in barış-karşıtı Başbakanı Binyamin Netanyahu`nun hedefleriyle özdeşleştirdiğini ifade etti. ABD`nin Filistinliler`e yapmış olduğu mali yardımı tamamen kesmesiyle patlak veren bu yeni kriz, İsrail`in 2006`dan bu yana Gazze`de uyguladığı ölümcül abluka ve ambargonun bölgede yol açtığı insani felâketin dayanılmaz boyutlara ulaştığı bir döneme denk gelmektedir. Daha da ötesi, Gazze`de Mart`tan bu yana Hamas yönetimini hedef alan ve kimi zaman silahlı çatışmalara kadar varan protesto gösterileri yapılmaktadır.
Trump yönetiminin UNRWA`ya yöneltmiş olduğu eleştirilerden birisi, söz konusu ajansın, “Filistinli mülteci” tanımına, İsrail`in kurulduğu dönemde bu devletin Filistin topraklarını işgali ve acımasızca hayata geçirdiği etnik temizlik nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan birinci kuşak mültecilerin yanı sıra, onların çocuklarını ve torunlarını da dâhil etmesidir. İsrail`e göre, birinci kuşak Filistinli mülteciler ile onların soyundan gelenlerin “mülteci” olarak tanınması demek, şayet bunların dönüş hakkı kabul edilirse, İsrail devletinin hâkim “Yahudi” karakterinin ortadan kalkması demektir. Bu yılın başlarında İsrail Başbakanı Netanyahu UNRWA`nın tamamen ilga edilmesi yönünde çağrıda bulunurken, bu ajansı mülteci statüsüne sahip olmayan kişileri de “mülteci” olarak gösterip onlara maddi destek sağlamakla suçlamıştır. UNRWA`nın uluslararası hukuka uygun biçimde mültecilere ilişkin yapmış olduğu tanımı reddeden Amerikan yönetimi, özellikle 1948-49 döneminde ülkesini terk etmek zorunda kalmış Filistinlilerin ve onların soyundan gelenlerin önemli bir bölümünün tarihi Filistin topraklarına dönüş hakkını yok saymış olmaktadır.
"21. yüzyılın yeni “Balfur Deklarasyonu”
ABD`nin, UNRWA`ya yapmış olduğu yardımları kesmesinin ardında ulaşmak istediği üç temel hedef vardır: birincisi, Filistin halkının, deyim yerindeyse, “nefes alabileceği tüm kanalları tıkayarak” onun direnişini tümüyle kırmak ve bu mazlum halkın “teslim anlaşması” niteliğindeki bir “çözümü” (!) sineye çekmesini sağlamak; ikincisi, Hamas ile Filistin halkını karşı karşıya getirerek, hususiyetle Gazze`de Hamas yönetimine karşı güçlü bir muhalefetin oluşmasını ve ardından bu muhalif güçlerin mevcut yönetimi alaşağı etmesini imkân dahiline sokmak; üçüncüsü, İsrail`le istişare halinde, muhtemelen bazı Arap ülkelerinin gizli ya da açık desteğiyle, Filistin halkına “devlet” olmaktan başka her şeye benzeyen bir siyasi formülü dayatmayı planlamaktadır. Bu “devlet” (!), bölük pörçük kantonlardan oluşacak (Güney Afrika`da Apartheid döneminde ırkçı rejim eliyle oluşturulmuş Bantustanlar gibi), Doğu Kudüs`ü içermeyecek, siyasi ve askeri olarak İsrail`in güdüm ve denetiminde, deyim yerindeyse, onun “vassalı” olacaktır. ABD-İsrail ikilisinin, hem Filistin halkına hem de Arap ve Müslüman halklara yeni bir ihaneti olarak görülebilecek ve bu yönüyle de 21. yüzyılın yeni “Balfur Deklarasyonu” olarak tanımlanması gereken bu kumpas-planı, “taşların bağlandığı, kurtların salındığı” günümüz konjonktüründe adım adım yürürlüğe konmaya çalışılmaktadır. Bu yeni kumpas-plan, kendisini ne İsrail`in 1967 savaşında işgal ettiği Filistin topraklarından çekilmesini öngören 242 ve 338 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararlarının oluşturduğu çözüm çerçevesiyle, ne de genel uluslararası hukukun oluşturduğu normatif düzenlemelerle, söz gelimi, Filistin halkının self-determinasyon hakkıyla, kendisini bağlı saymaktadır. Hedef çok net olarak, Arap dünyasının tarumar olduğu ve direniş gücünü önemli ölçüde kaybettiği böylesine “uygun” bir konjonktürde, “Filistin sorunu”nu İsrail`in istediği biçimde bir an önce çözmektir.
Filistin yönetimine göre, ABD`nin bu tür oldubittilere tevessül etmek yerine, 1967 sınırları içinde, başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasına imkân sağlamalıdır. Bu çerçevede, Washington`ın BM kararlarını ve uluslararası hukuku kendisine temel bir referans çerçevesi olarak kabul etmesi en doğru tavır olacaktır. Ne var ki, Mahmud Abbas`ın liderliğindeki Filistin yönetimi, 1993`te başlayan Oslo sürecinin öngördüğünü ileri sürdükleri iki-devletli çözümü hayata geçirmek için İsrail`e karşı hem içeride hem de dışarıda ciddi bir direniş sergilemekten uzak kaldılar. Oysa bu süreçte ne ABD`nin ne de İsrail`in sürdürülebilir ve egemen bir Filistin devletinin kurulmasına imkân sağlayacak bir niyetleri ya da planları vardı. Bugün ise artık öyle bir noktadayız ki, İsrail, ABD`den aldığı cesaretle, birkaç aydır Büyük Dönüş Yürüyüşü adı altında, İsrail`in 1976`da Filistinlilere ait binlerce dönüm araziyi gasbetmesinden sonra yaşanan olayların anıldığı ve bunun yanı sıra tüm Filistinli mültecilerin tarihi Filistin topraklarına dönüş hakkını dillendiren gösteriler sırasında, 170`den fazla Filistinliyi şehit etmekten çekinmemiştir. İsrail-ABD ikilisinin Filistinlileri hedef alan azgınlığı bugün adeta hiçbir sınır tanımamaktadır. Doğrudur, ABD yönetimi uzun bir süredir İsrail`le istişare halinde Filistin`e ilişkin bir barış planı hazırlamaktadır. Ama bu öyle bir “barış planı”dır ki, Filistin halkı için şu üç şeyi öngörmektedir: sürekli esaret, aşağılanma ve millet olarak yok sayılma.
Tablo, görmek isteyenler için ortada…Yazıya noktayı koyarken, şu soruyu sormak herhalde hakkımız: Acaba İslam dünyası, bu kez kış uykusundan uyanacak mı?