İNZAR DERGİSİ / YUSUF AKYÜZ

Zindanda Yağmur

Zindanda yağmur, bahar muştusudur; ötelerden bir ses ve solukdur…

Darlıkdan, karanlıkdan ve karamsarlıkdan kurtuluş; her yağmur damlasıyla birlikde yeniden doğuş; kayıp sevdânın diyarına ve mâzide kalan hasretli yıllara mâveraî bir yolculukdur…

Zindanda yağmur, taze bir umuttur; ehl-i zindan için tarifi imkânsız bir duygudur…

Yağmur yağarken, özgür diyarlardan esen rüzgârın uğultusu duyulur…

İşte o esnâda nice pinhan duygular huruşa gelir; bahçeye düşen her yağmur damlasıyla birlikde hasret barajı dolar, duygular sel olur, çığ gibi akar durur…

Bahçede yağmur, içeride hasret yağar…

Yağmur yağarken sanki zindan gözden kaybolur; mâzinin sayfaları birer birer açılırken, acı tatlı nice hatıra filim şeridi gibi canlanır durur…

Zindanda yağmur yağarken, rüzgâr gibi geçen gençlik yıllarından ve hayat lahazâtından yüzlerce hatıra nemâyan olur… Mâzide kalan hatıralar; ağaçlar, taşlar, kuşlar ve daha nice ayrıntılar defalarca okunur… Sıladaki yakınların hayâli hasretle ve muhabbetle yâd olunur… Dere kenarındaki taşlar ve çalılar bile hayâlin birer parçası olur…

Zindan penceresinden bakarken; beton bahçeye düşen yağmur damlalarının sesini duymak ve dışardan gelen toprak kokusunu almak tarifi imkansız acaib bir duygudur… Bu duygular ancak zindanda yaşanır…

Zira zindanda hüzün ve hasret vardır… Eşden, dosttan ve yakınlardan ayrılık, çile ve hicrân vardır… Düşen her bir damla, gözyaşı gibi pencereden süzülür; hasret yüklü bulutlardan birbiri ardına yağar durur…

Adeta rüzgâr hıçkırık sesi; yağan yağmur ehl-i zindanın hasret gözyaşı olur… Hicrân duyguları sel olur; yağmurla beraber akar durur…

Zindân`da yağmur yağarken sanki zaman durur; saatler susar; sadece damla damla semâdan düşen yağmur konuşur…

Zindanda yağmur ve kar; gâhî evkat uzaklardan esen garip rüzgâr, hayatla memat arasında geçen bu fasılada yaşanan hüzün ve hasret duygularının en mütebellir tercümânı olur… Adına zindan denilen, aynı dünyâda ama dünyadan apayrı ve uzak bu garip ve müstesnâ mekânlarda yaşanan ızdıraplara şâhîd olur…

Tıpkı gözyaşı gibi damla damla akar durur… Belki de yağmur, gözyaşları kurumuş ve bu acımasız beton çöllerinde duyguları soğumuş mahbuslar için ağlıyordur…

Hüzün ve hasretin en müşahhas misâli sayılan bu kasvetli mekânlarda yaşayan her mahbus, yağan yağmurda kendi ahvâline aid bir mana bulur…

Teveccüh ve alâka nisbetine göre değişen bu mana ve mülahazalar, bakış, görüş ve algılayışa mahsusdur ve her mahbus bu diyarda kendi mazisine ve hâline mensubdur…

Bakış, düşünce, görüş ve anlayışlar arasında mesafe cedveline sığmayan muazzam farklar vardır:

Kimisi doğuda, kimisi batıda veya kutublarda dolaşmaktadır…

Zindanda yağmurun sesini duymak acâib bir duygudur; sanki kurumuş toprağa dökülen serin bir sudur…

Yağmurun o mübarek sedasını duymak bile müjde ve sürûrdur…

Kalbler vecde gelir, huzur bulur… Sesler kesilince tıb tıb tıb yağmurun sesi duyulur… Bir anda kasvet ve keder bulutları dağılır; adeta zaman tünelinde mâziye doğru hayâli yolculuklara çıkılır… Geçmişte kalan yıllar ve sılada kalanlar hatırlanır…

Bazan yağmurla birlikte hüzünlenip ağlanır… Bazan hasret diyarına doğru kanatlanıp uçmak; bazan gözyaşları sel olup taşmak; bazan duvarların ardındaki dostlarla hayalen buluşup konuşmak; bazan da

cismâniyetten sıyrılıp maveraya doğru yelken açmaktır… Zindanda yağmur en ziyâde maziyi hatırlatır…

Mâziyle irtibatlı hayâller kurulur; hayâller arasında geçen zaman unutulur da bambaşka bir hâl peydah olur…

Zindân nam mekânda müşâhede edilebilen hayata dâir en müşahhas ayetlerden biri de yağmurdur… Zindanda kar ve yağmuru temaşa esnâsında adetâ cismâni perdeler açılır, maddi boyuttan çıkılır ve hayâlin uzandığı duvarlar ardındaki diğer diyarlara varılır… Kar ve yağmurla alakalı mâzide yaşanmış ve hâfızalarda iz bırakmış nice hatıralar hayâl boyutunda tekrar yaşanır…

Hayâlen de olsa o esnada zindandan çıkılır; kar ve yağmur altında metafizik duygular yaşanır… Dağlar, taşlar, ağaçlar ve kuşlar zindan duvarının yanıbaşında bile olsa, ehl-i zindâna uzak ve de yasaktır… Bazan beton bahçede mütevâzi bir ot dahi yeşerse kopartılır…

Kar ve yağmurdan başka zindânda kabil-i temâşa nesne yok denecek kadar azdır…

Bazan kuyudan bakar gibi gökyüzünü seyretmek; uzakdan göz kırpan yıldızlara bakmak; mehtablı gecelerde cam kıyısından dolunaya el sallamak ve o esnada sılada kalanları hatırlamak, bu mekânlara mahsus istisnalardır…

Mesnevî tabiriyle, “Bulanlar aramışdı; aramak için ayrı düşmek lâzım imiş…” İnsan elindekini görmez; yanındakine yabancı ve uzakdır…

Kaybetmeyen aramaz!..

Yağmur, rahmet ve inâyet; huzur ve sekinettir.

Hayatın devamı için en büyük vesile ve nimettir…

Suyun kıymeti çölde; huzur ve seâdetin değeri de zindan gibi çile ve mahrumiyet vadisinde bilinir… Zira eşya da zıddıyla bilinmektedir…

İnsanın dış dünyada yaşarken göremediği ve kadrini bilemediği nice şeyler belki zindan gibi, hayatın binden bire indiği, böyle garip ve müstesna mekânlarda idrâk edilir…

Esaret ve mahrumiyet çilesinin insana öğrettiği manayı, belki on fakülte bir araya gelse yine öğretemez…

Alezzahir zindan dünya penceresinden bakılınca tahammülü zor bir kayıpdır; insanın elinden dünyâ varını ve itibarını alır…

Tıpkı kabristan gibi, insanın geçmişiyle, amelleriyle ve hayalleriyle baş başa yapayalnız kaldığı, tarifi ve mâhiyeti herkese göre değişen acaib bir mekândır…

Esaret ve hasretin en mücessem aynası sayılan bu mekânda, hayata dair her şey yeniden ve daha derinden okunur ve üzerinde durulur…

Zindanda bir kar tanesi ve yağmur damlası bile ilham kaynağıdır…

Semâdan nazil olan mübârek damlalar vesilesiyle nice manevi hâller yaşanır… Kaba cismaniyetten çıkılarak maverâ`ya yelken açılır…

Zindân gibi, merhamet ve muhabbetten uzak bir mekânda, yağmur, kar ve rüzgâr, merhamet ve rahmet esintisidir…

Adeta semadan inen bir el, cismaniyete giriftar olmuş muzdarib gönüllerin pasını siler ve masivâ kirlerinden arındırıp temizler…

Müstecab duâ vakitlerinden biri olan yağmur esnasında nâzil olan rahmete mazhar olabilmek için, duâ`dan gâfil olmamak lazım…

Lütûf, rahmet ve inâyet kapılarının açıldığı bu zamanları duâ için fırsat ve ganimet saymak lazım… Yağmur damlaları toprağa, rahmet damlaları da gönüllere feyiz ve bereket olur…

Yağmurun feyiz ve bereketinden gerektiği gibi istifade edebilmek için azami nisbette teveccüh ve alâka lâzımdır…

Teveccüh ve alâka olmayınca, mana ve fayda da mevzubahis olmaz… Güzellik görene, mana idrak edene ve her nesne, o işin ehline lâyıktır…

Madde ve manada ehliyet ve liyakat esasdır…

Duymak, görmek ve anlamak için şuûr ve idrak lazımdır…

Şuûr ve idrak ise teveccüh ve alâka nisbetine bağlı bir mülâhazadır…

Meselenin özü: Alakadar olmakdır…

“Hem göklerde ve yerde nice âyetler (işaretler ve deliller) vardır ki, onlar (ibret almadan) alaka duymadan yanından gâfilce geçip giderler.” (Yusuf Sûresi, 105)

Hayatın manası, bazan masum bir çocuk tebessümünde; bazan bir tomurcuk gülün çehresinde; bazan semâdan nâzil olan mübarek kar tanelerinde; bazan da bahar faslında yağan ter-ü tâze yağmur katrelerinde; bazan sevimli kuşların o tatlı ötüşünde; bazan bir demet lâlenin tılsımlı desenlerinde; bazan da uzaklardan esen latîf bir rüzgârın ılık nevâzişlerinde temessül eder…

Bazan yerinde bir tebessümün ifâde ettiği manayı bin türlü sözle bile anlatmak kâbil olmaz… Bakmak, görmek için teveccüh edip alaka duymak gerek…

Acı tatlı nice hatıralarla rüzgâr gibi geçip giden şu üç günlük fâni dünyada; rüzgâr, yağmur ve kar gibi temessül eden bütün kevnî ayetler ve diğer fıtrî güzellikler, fânî, geçici ve zevâllî olmakla birlikde, ahiret yurdunda mü`minlere vaad edilen ebedî ve sermedi güzelliklere misâl olması cihetiyle ehemmiyet arzederler…

Hâl lisanıyla: “bize ibretle ve hikmetle bakın ama takılıp kalmayın; biz bu âlemde fâni birer gölgeyiz; aslımız ahirettedir,” derler…

Elbette bu fânî alemde zuhura gelip zaman ve mekân aynasına akseden fâni güzellikler de aslını ve ebedî olanı bilip tanımayla vesîle olması hasebiyle, üzerinde durup tefekkür etmeye değerdir…

Kâinat sathında vücûda gelen (muvakkaten vücûd elbisesini giyen) bütün eserler, ebediyet yolcusu olan insana marifet ve hakikat dersi verirler ve bu fânî âlemin verasındaki hakîkî ve ebedi olan hayata; o aslî vatana işaret ederler…

İşte bu müvâcehede şu muvakkat dünya hayatı hem imtihan sahası; hem de ilim ve amel cihetiyle bir iktisâb fırsatıdır… Zira uhrevî dereceler ve mertebelerde dünyadaki iktisâba bağlı kılınmışdır.

Ayet-i kerime meali,

“İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 39)

İşte taze umutların filizlenip yeşerdiği bahar faslının başında yağan şu mübârek yağmur aldı bizi nerelere götürdü…

Zindana düşen bu pâk yağmur damlalarının vecdiyle bir anda başka alemlere doğru kanatlanıp uçtuk…

Gündelik sıradan telaşların akıntısında kaybolup giden veya görülemeyen kâinât aynasına akseden nice güzelliklerden biri, belki en ehemmiyetlisi mübârek yağmurda mütecelli olan manaya bir nebze olsun âşinâ olduk…

Yağmurun letâfetiyle darlıktan kurtulup ferahlık bulduk…

Kâinât aynasında zuhura gelen hiç bir güzelliği görmeden, bilmeden ve farketmeden, günlük sıradan telaşların ve manasız ve faydasız beyhude alışkanlıkların girdabına kapılıp ömür boyu kör kütük yuvarlanıp gitmek de var!

Mana ve maveradan habersiz, gafletle ve cehâletle geçen, ruhsuz ve şuursuz bir hayat, yanı memattır… Yaşanmış bile sayılmaz…

Yaşarken canlı cenaze olmak da var! İnsan, hayatta bulunuş gâyesini, hedef ve istikametini unutup şuûrunu kaybedince, bir anda canlı cenaze hâline gelebilir; yiyen, içen ve yürüyüp gezen, etten bir robota dönüşebilir…

Tefekkür, şuûr ve mana iktisâbı için, ara sıra günlük hayatın dışına çıkıp, sessiz ve sâkin bir itikâf ortamında “hayat, memat, insan ve kâinât üzerine” düşünmekde büyük faydalar vardır…

Tefekkür ve tezekkürle beslenmeyen şuûr, zaman aşımına uğrayıp kaybolup gider. Her şey gibi şuûr da sürekli tazelenip yenilenmek ve her akışda yeni bir mana iktisabıyla feyizlenmek ister…

Yükselmeyen düşer; ilerlemeyen geriler, yürümeyen mevzi kaybeder…

Şuûrunu korumak ve artırmak için ömür boyu teveccüh, alaka ve mücâhede icab eder…

Ömür defterini kelime-i şehâdet nefesiyle noktalayan salih kullar zümresine iltihak duasıyla…