DOĞRUHABER/HABER MERKEZİ
Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM) “İran'ın Nükleer Politikaları ve ABD'nin Nükleer Anlaşmadan Çekilmesi” başlığıyla yayınladığı analizin bugün 2. Bölümünü yayınlıyoruz. ABD'nin nükleer meselesini bölgeyi ve dünyayı dizayn etmek için araçsallaştırdığı bilinen bir husustur. Asıl amacı kendi ulusal çıkarlarını dünyanın her yerinde güvence altına almak olan ABD, bu bağlamda ilişki geliştirdiği ülkelere çifte standart uygulamakta, İran'ın 1950'lerdeki nükleer politikasında olduğu gibi, bazı ülkelere nükleer desteğini bizatihi kendisi sağlarken kendisine tehdit olarak gördüğü ülkeleri nükleer enerjiye sahip olmak istedikleri için şeytanlaştırmaktadır.
2. BÖLÜM
BÖLGE ÜLKELERİNİN TEPKİLERİ
İran'la ve bölgenin diğer ülkeleriyle yapılan herhangi ikili veya çok taraflı bir anlaşma kuşkusuz bölgenin tamamını ilgilendirir. Nitekim bunun farkında olan bölge ülkeleri, henüz müzakere aşamasında iken anlaşmaya yakın ilgi göstermişler, kendi dış politika anlayışlarına göre anlaşmanın yanında veyahut da karşısında yer almışlardır. Söz konusu ülkelerin müzakere sürecinin dışında tutulması bir eksiklik olarak dile getirilebilirken Türkiye'nin meselenin çözümüne yönelik tutumu önemlidir. Türkiye, Brezilya ve İran arasında 17 Mayıs 2010 tarihinde Tahran'da ortak bir deklarasyon yayımlanmış, bu deklarasyonda somut öneriler sunulmuştur. ABD'nin iptal gerekçelerine İran'ın bölgedeki faaliyetlerini eklemesi bölgesel boyutun ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Burada bir konuya açıklık getirmekte fayda var: ABD ile İran arasında paradoksal bir ilişki bulunmaktadır. Sözgelimi ABD'nin Afganistan İşgali (2001) ve Irak İşgali (2003) İran'ın kendisinin en büyük düşmanı olan ülke tarafından iki yanından kuşatılması sonucunu doğurmuştur. Bu tarihler İran'ın tehdit altında olduğu ama aynı zamanda bölgesel meselelere ve komşu ülkelerin içişlerine daha fazla ilgi gösterdiği döneme rastlamaktadır.
Bu bağlamda ABD'nin Demokrat Obama liderliğindeki döneminde İran'la bozuk ilişkileri düzeltme yoluna gidilmiş, 1979 Devrimi'nden sonra liderler düzeyindeki ilk görüşme 2013 yılında Obama ile Ruhanî arasında gerçekleşmiştir. Aynı şekilde nükleer anlaşma da her iki lider döneminde imza altına alınmış, “diplomatik ateşkes” denilebilecek bu süreçte İran mevcut politikalarını sürdürme noktasında cesaretlenmiştir. İran'ın güçlenmesinin tabii sonucu olarak onu kendi varlığına yönelmiş tehdit olarak gören Suudi Arabistan reaksiyon göstererek İran'ı dengeleme adına ABD ve israil'e daha çok yaklaşma yoluna gitmiştir. Bunu yaparken geleneksel ideolojisini dahi sorgulayıp değiştirme yoluna giden Suudi, bölgede, içinde israil'in de olduğu İran karşıtı yeni bir blok oluşturmaya çalışmaktadır. Anlaşmayı İran'ın nükleer silah edinmesine giden yolun kapısı ve kötü bir hata olarak gören israil, Suudi ile İran karşıtlığında buluşmaktadır.
Her iki ülke de ABD'nin anlaşmadan çekilmesinden memnun kalmışlardır. Hatta 30 Nisan 2018'de, israil istihbaratının birtakım belgelere ulaştığını söyleyip İran'ın gizlice nükleer silah elde etmeye çalıştığı iddiasını bunlara dayandıran israil'in, ABD'nin “yeni İran politikası”na önayak olduğu ya da bu politikayı meşrulaştırma çabasına araç olduğu söylenebilir. Nitekim söz konusu belgeler ABD tarafından “gerçek ve ikna edici” bulunmuştur. Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada ABD'nin anlaşmadan çekilmeye karar vermiş olması talihsiz bir adım olarak değerlendirilmiş ve sorunların çözümünün tek yolunun diplomasi ve müzakereler olduğu vurgulanmış; Kapsamlı Ortak Eylem Planı'nın korunması çağrısında bulunulmuştur.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
İran'ın nükleer faaliyetleri erken denilebilecek bir vakitte ABD desteği ve gözetiminde başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın ertesine, Soğuk Savaş'ın başlarına tekabül eden bu dönem İran'ın Batı Bloku lehine uluslararası sisteme entegre edilmeye çalışıldığı bir dönemdir. 1979 yılına kadar süren bu zaman diliminde İran nükleer faaliyetler açısından hızlı bir atılım sürecine girmiş, 1979 Devrimiyle bu süreç kesintiye uğramıştır. 1979 sonrası İran, uluslararası sistemden izole edilmiş bir ülke olarak güvenliğini sağlamak için Batı dışı alternatifler aramış, nükleer enerji ve silah sahibi olmayı güvenliği için vazgeçilmez görmüştür. Herhangi bir uluslararası güç ya da kuruluşun güvenlik şemsiyesi altına girememiş olan İran kendisini korumak için nükleer silaha sahip olmayı bir zaruret olarak görmektedir. 2000'li yılların başından itibaren İran'ın nükleer faaliyetlerini uluslararası ve denetlenebilir bir statüye kavuşturmak için çok taraflı girişimler başlatılmış; ABD'nin uyguladığı ekonomik ve diplomatik yaptırımlar İran'ı müzakereye mecbur bırakmıştır.
2015'te imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı ile uluslararası toplum tarafından sınırlanan ve meşru bir çerçeveye oturtulan İran nükleer faaliyetleri anlaşmaya rağmen gündemden düşmemiştir. Anlaşmanın BM Güvenlik Konseyi'nin tüm üyeleri ve Almanya'yı dâhil ederek imzalanması, uluslararası kamuoyu nezdinde meşruiyet sağlayıcı/güven artırıcı bir adım olarak atılmıştır. Anlaşma dünya kamuoyunun desteklediği bir anlaşma şeklinde lanse edilmiştir. Anlaşma ile İran'ın nükleer faaliyetlerinin sınırlanması ve uluslararası denetime açılması karşılığında İran'a uygulanan ekonomik yaptırımların kaldırılması öngörülmüş ancak bu tam olarak gerçekleşmemiştir. Aslına bakılırsa ABD'nin yaptırımları kaldırmaya niyetinin olmadığı söylenebilir. Zira İran'a uyguladığı yaptırımlara sadece nükleer faaliyetleri değil, aynı zamanda İran'ın “Suriye politikası, terörizme destek vermesi, insan hakları ihlalleri” gibi başlıkları da gerekçe göstermektedir. İran'ın nükleer faaliyetleri teknik gelişmelerden ziyade tarihi bir vakıa olarak değerlendirilip dönemlendirildiğinde iki başlık ortaya çıkmaktadır.
1- Batı ile müttefik İran'ın nükleer faaliyetleri
2- Batı ile “çatışma” halindeki İran'ın nükleer faaliyetleri
ABD açısından problem teşkil eden temel husus İran'ın bölgesel etki alanını genişletmesinden ziyade kontrolden çıkmış bir İran'dır. Burada ABD'nin sorun ettiği ve küresel sistem için tehdit olarak gördüğü, denetleyemediği bir İran nükleer politikasıdır. Çünkü ABD'nin kendi menfaatine gördüğü bölge, ABD tarafından denetlenebilen/yönlendirilebilen güçler dengesine sahip bir bölgedir. Güç dengesi herhangi bir ülke lehine bozulduğunda ABD müdahil olmakta ve dengeyi tekrar sağlamaya çalışmaktadır.
ABD'nin nükleer meselesini bölgeyi ve dünyayı dizayn etmek için araçsallaştırdığı bilinen bir husustur. Asıl amacı kendi ulusal çıkarlarını dünyanın her yerinde güvence altına almak olan ABD bu bağlamda ilişki geliştirdiği ülkelere çifte standart uygulamakta, İran'ın 1950'lerdeki nükleer politikasında olduğu gibi, bazı ülkelere nükleer desteğini bizatihi kendisi sağlarken kendisine tehdit olarak gördüğü ülkeleri nükleer enerjiye sahip olmak istedikleri için şeytanlaştırmaktadır. 2006 yılında İran'a BM yaptırımları başlatılırken aynı yıl ABD, NPT'ye taraf olmayan ülkelerle nükleer işbirliği yapmama politikasına rağmen Hindistan'la işbirliği anlaşması imzalamıştır. ABD ile ters düştüğü dönemlerde uluslararası sistemden izole edilen ve neredeyse ABD ile arasında bir savaşın eşiğine gelinen Kuzey Kore, anlaşmaya yakın bir tutum takındığı zamanlarda takdir edilmiş ve daha önce kötü bir biçimde tasvir edilen lideri, ABD ile temasından sonra halkı için çalışan birisi olarak sunulmuştur. ABD politikasının iki kanadından birisi olan Cumhuriyetçiler şahin olarak bilinirler ve tek taraflı adımlar atarlar. Obama ile simgeleşen Demokrat siyaset tarzı ise çok taraflılığı ve diplomasiyi tercih eder bir görünümle ABD ulusal çıkarları için gerekli olan şartları tesis etme görevini icra etmiş; ABD'nin uzun vadeli çıkarları için “bölgesel şartları” uygun hale getirmiştir.
Çözülmemiş ve kendileri tarafından idare edilebilir sorunlar, küresel güçlerin İslam coğrafyalarında bulunmak için dünyaya sunduğu gerekçeleridir. Bu yüzden ABD'nin -gerek Cumhuriyetçilerin, gerekse Demokratların- nihai bir çözüm aradığını düşünmek mümkün görünmemektedir. Ancak başta ABD olmak üzere büyük güçlerin ikili anlaşmazlıklarından veya ilgili aktörlerin iç çekişmeleri ya da ekonomik sıkıntılarından dolayı sorunlu bölgelerde şiddetin dozunun arttığından/artacağından bahsedilebilir. Anlaşma ABD merkezli değerlendirildiğinde bu bakış açısından hareketle;
1- ABD'nin ulusal çıkarının ve bölgede bulunmasının İran'ın dengede tutulmasıyla alakalı olduğu,
2- ABD ekonomisinin başta Çin olmak üzere rakiplerinin gerisinde kalmasının ve ABD'deki iç siyasi rekabetin Cumhuriyetçi iktidarı katı politikalar uygulamaya ittiği dile getirilebilir.
Ancak bu adımın nihai bir “barış anlaşmasıyla” sonuçlanacağı, ABD'nin Afganistan ve Irak işgali sonrası politikalarına bakıldığında mümkün görünmemektedir. Avrupa ülkeleri ile ABD arasında krizlere yaklaşım konusunda temel farklar mevcuttur. ABD genelde sertlik yanlısı bir yaklaşımı benimseyip baskı ve yaptırımlarla sonuca ulaşmayı hedeflerken AB, biraz da ordusuz bir yapı olarak fiilî güç kullanma kabiliyetinin bulunmamasından dolayı, daha liberal bir yaklaşım sergilemekte ve müzakere yolunu tercih etmekte, ekonomiyi teşvik aracı olarak kullanmaktadır. Anlaşmanın diğer tarafları açısından sürecin değerlendirilme şekline bakıldığında tek aktörlü bir küresel düzenden çok taraflılığa geçme arzusuyla birlikte bu arzuyu gerçekleştirme cesareti arasında kompozisyonu sağlamada gelgitler yaşandığı görülmektedir.
Anlaşmanın imzalanmasından sonra Avrupalı şirketler İran pazarına akın ederken ABD'li firmalar temkinli davranmıştır. ABD'nin anlaşmadan çekilmesi ve yaptırımların tekrar başlayacak olması bu şirketleri ve Avrupa ülkelerini endişelendirmektedir. İran, Avrupa ülkelerinden anlaşmanın korunmasını beklemektedir. AB'den bu yönde bir adım atılmış olsa da ülkelerin gerçek tutumları yaptırımların tekrar başlamasından sonra görülecektir. – SON -