Muhammed Şakir
 
Üstad Bediüzzaman, cemaatsel çalışmış, son derece gizli bir şekilde dersler yapmış, kitaplar telif etmiş ve aynı şekilde çoğaltıp, dağıtmıştır. Hayatının sonuna kadar nice zulümlere uğramış, ömrü sürgün ve zindanlarda geçmiş, bütün bunlara karşı davasından taviz vermemiş ve sabırla direnebilmiştir. Halkın imanını kurtarmaya çalışmış, engellenmediği sürece camileri terk etmemiştir. İhtilaflı meselelere girmemiş, Müslümanları kucaklayıcı ve toparlayıcı olmuştur. Telif ettiği Risaleler bir amel ve cemaat programı olmuş ve insanlar cemaat şeklinde bir araya gelmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin vefatının yıldönümü münasebetiyle üç haftadır yayımladığımız bu yazı dizisinde onu başarıya götüren nedenlerden bahsettik. Bu haftaki yazımız ile bu konuyu bitiriyoruz.

ÜSTAD NEDEN ESERLERİNDEN BAŞKA ESERLERİN OKUNMASINA SICAK BAKMAMIŞTIR

Çokça sorulan bu soruya iki yönlü bir cevap verilebilir.

Birincisi, Üstadın yaşadığı dönemle ilgilidir. Yani zamansal bir meseledir. Her zamanın bir hükmü var, sözü Üstada ait bir sözdür. Yaşadığı zamanın hükmü böyle icap etmiştir ve bu icabla ilgili Üstadın kararı isabetli olmuştur. Dönemi bilenlerin de kabul edecekleri gibi, bu dönemde İslam’a ve İslamî değerlere karşı korkunç bir savaş açılmış. Âlimler idam edilmiş, bir kısım âlim ülkeyi terk etmiş ve kalan bir kısmı âlim ise ses çıkaramaz, ürün veremez olmuşlardır. İslamî eserler üzerinde dehşetli bir ambargo vardı. Piyasada İslamî eserlere ulaşmak mümkün değildi. Bulunduranlar ise cezalandırılmışlardır. Harf inkılâbı ve akabindeki gelişmeler ise (icabında evlerin mahzenlerinde saklanmış eserlerden dahi) istifade imkanını bütün bütün ortadan kaldırmıştır. Devlet, ideolojisine uygun bir din inşasına girdiği için, piyasaya daha çok bu ideolojiye uygun yazılmış eserlere müsaade etmiş ve de teşvik etmiştir. Dolayısıyla halkın, maneviyatını takviye eden eserlerlerle bağı tamamen kopmuştur, dense yeridir. Onun için Üstadın Risalelerden başka eserlere bakmaya müsaade etmemesinin esas nedenlerinden birisi budur. Tamamen zorunlu ve mecburi bir durumdu ve bana göre bu, o dönemin şartları için geçerli bir husustur.

Diğer bir neden ise sözünü ettiğimiz zorunluluğun doğurduğu ve onun sonucu olarak ortaya çıkan bir husustur. Yani asıl nedenden ziyade, nedenin doğurduğu bir sonuçtur. Bu ise daha hayırlı bir şeyi beraberinde getirmiş: Üstadın müceddidliği…

a) Üstad halktaki iman zafiyetini çok yakıcı bir biçimde teşhis etmiş.

b) İman zafiyetinin insanı hangi vartalara sürükleyebileceğini kendi gözleriyle müşahede etmiş.

c) İnsanlarla (Müslüman halk) İslam arasında gittikçe açılan ve de yozlaşan çizgiyi net bir şekilde görmüş.

d) İslam düşmanlarının bunu kullanarak ümmetin başına ne gibi oyun ve entrikalar getirdiğini ve daha da getirebileceğini fark etmiş.

e) Bundan ayrı olarak İslam düşmanlarının (asîlar öncesinin zamanımızın yeniliklerine uymayan İslam alimlerinin bazı görüşlerinden yola çıkarak) İslam binasının temel esaslarına yönelik sarsıcı saldırılarını görmüş.

f) Hususen Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye etrafında Batılılar ile Batı uşağı yerlilerin oluşturmak istedikleri fikir bulanıklığını, bu bulanıklığın altındaki hıyanet eylemlerini bilmiş…

Daha başka şıkların sıralanması mümkün ise de biz bunlarla iktifa edelim. İşte Üstad, tüm bunlardan dolayı zamanın fehmine uygun bir Kur’an tefsirini ve esasen Kur’an-ı Kerimin imanî bahislerini merkeze alan orijinal bir tefsirini, yorumunu çok gerekli görmüş ve Allah’ın sevk, inayet ve manevi yönlendirmesiyle bu işe el atmış ve muvaffak olmuştur. Sözünü ettiğimiz bu meselenin özünü Üstadın şu sözlerinde bulmamız mümkündür.

“Bu asrın dehşetine karşı taklidi olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lazımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin en derin ve en gizli (sırlarını) lerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikiyi taşıyan halis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyle adeta birer gizli kutup gibi, müminlerin manevi birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikatları cesur birer zabıt gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalperine verip müminlere manen mukavemet ve cesaret veriyor…” (RNK, Nesil, 1: 940)

RİSALE-İ NUR, GENİŞ BİR KİTLEYE HİTAB EDER
Üstad’ın hedefinde bütün bir toplum vardır. Hayatın hemen her alanına ve toplumun hemen her kesimine hitab eder. Çocuklar, gençler, hanımlar, yaşlılar, hastalar, mahpuslar, köylüler, kentliler, liseliler, üniversiteliler, ilim adamları, eğitimciler, ilahiyatçılar, toplumbilimcileri, siyasetçiler, araştırmacılar, yazarlar ve daha başkaları onun hitab dairesindedir. Kucaklayıcı bir üslubla bunların tamamını muhatab alır. İman şelalesinden coşarak gelen mesaj dalgalarını sıcak bir tarzda bunların tamamına ulaştırmaya çalışır. Üstadın mesajında rahmet ve şefkat daha baskındır. Onun hareketi aynı zamanda bir şefkat ve muhabbet hareketidir. İslam düşmanları sözkonusu olduğundaysa bir kahramanlık destanıdır. Kimseye haketmediği övgüleri verme gibi bir anlayışımız yok, buna lüzum ve ihtiyaç da yoktur. Ama Üstadı bir bütün olarak, parçalamayarak anlamaya ihtiyacımız çoktur.

Toplumun bir çok kesimine hitab etmesine örnek olarak bazı eserlerine işaret etmemiz mümkündür. Asa-yı Musa ve Gençlik Rehberi gençeler için, Hanımlar Risalesi ismi üzerinde hanımlar için, Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi hasta ve ihtiyarlar için, Zülfikar ile İşaretü’l İ’caz alim ve hocalar için telif etmiştir.

Asrın bunalımlarına manevi şifa ve gıda olacak şekilde çok sayıda risale telif etmiştir. Ayetü’l Kübra itikad noktasında muazzam bir hüccet ve sarsılmaz bir delildir. Uhuvvet Risalesi ehl-i iman arasındaki ilişki bağını Kur’an ve sünnetten delillerle bağlayan ve ihtilafın kol gezdiği bir zamanda ittifak, imtizac, tesanüd ve muhabbet düsturlarını ders veren çok mühim bir risaledir. Haşir, Kader, Miraç, İhlas ismindeki risalelerden her biri imanî izahlar, ikna edici deliller ve çok mühim mevzularla donatılmıştır. Amellerdeki kuvvet, ibadetlerdeki safvet ve kulluktaki samimiyetin nasıllığı İhlas Risalesini okuyarak rahatlıkla ders alınabilir ve amel edildiği takdirde o muazzam ölçüler yakalanabilir. Bu örnekler gibi Risale-i Nur külliyatının diğer tüm telifleri kendi çaplarında orjinal birer şaheserdirler. Külliyatın merkezinde imanî hakikatler var. Bunun halka ulaştırılması yol ve uslubu varki bu yol ve üslublar Lahikalar’da geçer. Bir de rejimin zulüm ve baskıları karşısında imanî davanın savunması vardır. Ki bunlar da Müdafaalar olarak isimlendirilir. Risale-i Nur külliyatından istifade etmek isteyenler bu üçünü bir bütün olarak görmeli ve götürmelidirler.

SONUÇ OLARAK
“Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat ehl-i İslamın elemlerinden geçen teellümat beni ezdi. Alem-i İslam’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” diyen Bediüzzamanı şu gazete sahifelerinde anlatmak veya bütün yönüyle ele almak elbette mümkün değildir. Ancak biz sadece değişik bir kaç noktaya temas etmiş olduk ki o büyük alim ve mücahid-i İslam`ın hatıratını yadetmiş olalım, ona olan şükran borcumuzu zayıf ve yetersiz de olsa takdim etmiş olalım ve hep birlikte, bütün müminler olarak ona rahmetler okuyup Fatihalar göndermiş olalım...

Bir hatırlatma olarak belirtmeliyim ki Bediüzzaman, ümmetin ortak bir değeridir. Miras olarak bıraktığı Risale-i Nur Külliyatı da öyle, ümmetin ortak bir değeridir. Nasıl ki Ş. Hasan El-Benna, Ş. Seyyid Kutub, Ş. Şeyh Said, İmam Xumeyni, Mevdudi ve isimlerini kaydetmediğimiz İslamın büyük rehberleri ümmetin birer değeri ise Üstad da öyle... Elbette bu değerlerimizi anlayıp anlatmaya çalışacağız. Onları anladıkça onlar gibi olmaya, onlar gibi yaşamaya ve onların takib ettikleri yol ve üslubları daima diri tutmaya ve İslam demesi için istifadeye devam edeceğiz inşaallah.

Üstad’ın 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi için gittiği İstanbul’da gazeteci dostu Eşref Edib’e söylediği şu yakıcı ve hakikatlı sözlerle ruh ve vicdanınızı baş başa bırakıyorum:

“Bana ızdırab veren yalnız İslamın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegane ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selamette olsa!

Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan ğarb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş batıl formülleriyle mi? Yoksa İslam cemiyetinin ter u taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum! İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz! Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde sağlanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler te’lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerine işliyorum ki İslam cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur.

Bana “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş ve ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var!? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!” (Ş. Dilek, Nur mektebinden...)