Zira günümüzde birçok âlim bile "mustazaf" kelimesi hakkında büyük yanılgılara ve yanlışlıklara düşmektedir. Kur’an-ı Kerim’de mustazaf kelimesi dört sınıf insan için kullanılmıştır:
Birincisi: Bir küfür ve zulüm diyarında bulunup da oradan çıkma (hicret etme) imkânını bulamayan, Müslümanlardan imdat bekleyen Müslümanlar için kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır:
"Size ne oluyor da Allah yolunda: "Ey Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar. Bize katından bir sahip ve yardımcı gönder" diyen mustazaf (zavallı) erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa: 75)
İbni Kesir’e göre, bu ayeti kerime, hicret imkânını bulamayan Mekke`deki güçsüz Müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Bunun sebeb-i nüzulü hususi ise de hükmü umumidir, yani bugün dahi o durumda bulunan Müslümanlar varsa ve kendilerini kurtarma gücüne sahip Müslümanlardan yardım istiyorlarsa bütün Müslümanlar üzerine onları kurtarmak vacip olur. Yoksa bütün Müslümanlar bundan dolayı günahkâr olurlar.
Zira bu zavallılar, oradaki küfür, şirk ve zulüm ehli tarafından zulme uğrarken onların bu zalim kavme karşı kendilerine sahip çıkacak ve koruyup himaye edecek birilerini bulamadıkları gibi, oradan hicret etme imkânını da bulamamaktadırlar.
Dolayısıyla kendilerine bir veli, bir hami gönderilmesini Allah (cc)’tan istiyorlardı. Bunlar gerçekten güçsüz ve çaresiz kimselerdi. Bundan dolayı da mazur görülmüşlerdir:
"Erkek, kadın ve çocuklardan aciz kalıp güçleri yetmeyenler ve bir yol bulamayanlar bundan müstesnadırlar. İşte böylelerini Allah`ın affetmesi umulur. Allah çok affeden ve çok bağışlayandır." (Nisa: 98–99)
İşte bu ayeti kerimede aciz ve çaresizlerin durumu ele alınmıştır ki bunlar gerçekten zavallı ve hicret için gerçekten bir yol bulamayan kimselerdir. Müşriklerin elinden kurtulamayanlar, güçleri olsa bile nasıl bir yol izleyeceklerini bilemeyenlerdir. İşte bunların kurtarılması için Medine’de cihad ayetleri nazil olmuş ve Allah Resulü (s.a.v), seriye hareketlerini başlatmıştır.
İkinci sınıf mustazaflar: Kâfir bir ülkede veya zalim bir diktatörün tahakkümü altında bulunup da oradan çıkabilecek durumda oldukları halde veya o zalime karşı çıkma güçleri yettiği halde sadece vatan sevgisi, mal çoluk-çocuk ve yakınlarına olan aşırı düşkünlükleri yüzünden oradan hicret etmeyen kimselerdir. Şüphesiz ki bu, onlar için geçerli bir mazeret değildir. Allah (c.c.), bunların özrünü kabul etmediği gibi, çok kötü bir akıbetle uyarmaktadır:
"Melekler, nefislerine zulmeden kimselerin canlarını alırken: "Ne işte idiniz" deyince, bunlar: "Biz yeryüzünde güçsüz bırakılanlar (mustazaflar) idik" diyeceklerdir. Melekler de: "Allah`ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" derler. İşte onların barınacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir barınatır." (Nisa: 97)
İbni Kesir (r.h.) diyor ki: "Bu ayetin de hükmü geneldir. Güçsüz ve zayıf olmayıp hicret etmeye güçleri yettiği halde hicret etmeyip de müşriklerin arasında ikamet etmeye devam ederek cahiliye hükmüne rıza gösteren ve güçleri yettiği halde zalimin zulmüne boyun eğen herkesi kapsamaktadır. Bu kimseler haram işlemektedirler. Orada kalışları dinlerini ayakta tutmak için zalime karşı bir güç hazırlamak için de değildir. Dolayısıyla bunlar iman etmiş olsalar bile saflarını ayırmadığı için oradaki zalimlere uygulanacak hükme dâhildirler.
Semure bin Cündüp`den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Kim bir müşrikle beraber kalır, onunla birlikte oturursa, o da onun gibidir." (Ebu Davud, Cihad: 170)
İbni Ebu Hatem rivayet eder ki, Hz. Peygamberin amcası Abbas, onun oğlu Nevfel ve yeğeni Akil de “Bedir’de” esir düşenler arasındaydı. Resulüllah (s.a.v.), amcası Abbas`a: "Kendin, oğlun ve kardeşin oğlu için fidye öde" dedi. O da: "Ey Allah`ın Resulü! Biz senin kıblene doğru namaz kılmıyor muyuz? Senin getirdiğin şahadeti getirmiyor muyuz?" dedi.
Bunun üzerine Resulüllah (s.a.v.): "Ey Abbas! Siz Müslümanlara karşı savaşa çıktınız, (düşmanında bulunmakla oların gücüne güç kattınız) dolayısıyla hasım olarak kabul edildiniz" dedi. Sonra da: "Allah`ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" ayetini okudu."
Üçüncü sınıf mustazaflar: Dünyevi menfaat ve çıkarları yüzünden iman etmekten kaçınan, bilerek küfre ve zulme boyun eğen kişiliksiz güçsüzlerdir. Daha açık bir ifadeyle dünyalarını zayiatsız ve rahat yaşamak için yeryüzünde fitne fesat çıkaran müstekbirlerle birlikte hareket ederek dolaylı da olsa zulümlerine yardımcı olan mustazaflar, işbirlikçilerdir. Kur’an-ı Kerim’de bunların kötü akıbeti ve Cehennem’de müstekbirlerle olan çekişmeleri şöyle anlatılmaktadır:
“Rablerinin huzurunda dururken zalimlerin birbirlerine nasıl laf attıklarını bir görseydin! (o gün) Mustazaflar, müstekbirlere: “Siz olmasaydınız biz iman edenlerden olurduk” derler. Müstekbirler de mustazaflara: “size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi alıkoyduk? Zaten siz kendiniz mücrimlerden idiniz” derler. (Bu defa) Mustazaflar müstekbirlere: “Hayır hayır; bize Allah’ı inkâr etmeyi, Ona ortaklar koşmayı emrederken gece gündüz hileydi yaptığınız,” derler. Azabı gördüklerinde için için yanarlar, kâfirlerin boyunlarına bukağılar koyacağız. Sadece yaptıklarıyla cezalandırılacaklardır.” (Sebe: 31–33)
Buradaki müstekbirlerle mustazaflar arasında bir fark gözükmemektedir. Çünkü ikisi de zalim ikisi de samimiyetsiz ve ikisi de hidayet yolu apaçık belli olduktan sonra küfre sapanlardır. Değişen sadece dillerinden dökülen boş mazeretlerdir. Biri kendisine anlatılanlara inanmamakta, diğeri de boş mazeretler arkasına sığınarak gevşekliğinin, meskenet ve zilletinin adını çaresizlik koyarak mustazaf diye savunma yaparak kurtulmaya çalışmaktadır. Nihayet ikisi de bukağılara vurulup suç ortağı olarak cehennemi boylayacaklardır.
Hz. Ali (k.v): “Her zaman zulmün iki ayağı vardır; biri zalim, biri de ona boyun eğen mazlumdur” diyor. Zira mazlum, zulme boyun eğmeden zalim zalimliğini icra edemez. Zalimin saltanatı ona boyun eğen birilerinin omuzları üzerinde ancak yükselmektedir. Zulmün zemini mazlumların omuzlarıdır.
Dördüncü sınıf mustazaflar ise: Rablerine olan iman ve tevekkülleriyle müstekbirliğe başkaldıran, zulme ve zorbalığa karşı kıyam başlatan imanlı ezilmişlerdir. Zaif ve güçsüz oldukları halde diktalara ve dayatmalara karşı dik duran izzetli ve şerefli müminlerdir. Allah (c.c), Kur’an-ı Kerim’de bunların şanlı kıyamından överek bahsetmekte, onlara vaat ettiği güzel neticeyi, yakın zaferi ve sayısız nimetlerini müjdelemektedir:
“Biz istiyorduk ki, yeryüzünde zaif bırakılmış kimselere/ mustazaflara iyilik edelim, onları varisler kılalım. Onları yeryüzünde iktidara getirelim. Firavun’a, Haman’a ve onların ordularına onlardan sakındıkları şeyi gösterelim. (Kasas: 5–6)
Bu ayeti kerime, firavun’un zulmüne karşı kıyam eden Musa aleyhisselam ile onunla birlikte olanların kıyamını hikâye etmektedir. Ancak hükmü kıyamete dek aynı durumla karşı karşıya kalan tüm inananlar için geçerlidir.
İnsanlık tarihi bu gibi mücadeleler ve sahnelerle doludur. O günün müstekbirlerinin adları Firavun, Nemrut, Şeddad Ve Ebu Cehil idi. Şimdikilerin ise, tüzel olarak Amerika, İsrail, Fransa vs. Kişisel olarak ise Saddam Hüseyin Beşşar Esat, Ali Abdullah Salih v.s… 0 günün mustazafları Ashab-ı Uhdud, Hamda ve Ramda idi şimdi ise Halepçe, Hama, Humus… Ve Filistin’dir.
Bugünün işbirlikçilerinin ise isimlerini vermeyeceğim; ancak vasıflarını anlatıp teşhisi sizin takdirinize bırakıyorum. Halepçe katliamının yapıldığı günlerde, zalim Saddam’ın zulmüne karşı gözünü, kulağını kapatmışken buzullar arasına sıkışmış birkaç balinanın kurtulması için yüz milyonlarca dolarlar harcayarak ve haftalarca bunu medyalarında canlı tutarak ne kadar merhametli ve insan sever olduklarını ispatlamaya çalışıyorlardı. Daha yakın geçmişte İsrail’in misket bombaları altın can veren Filistin’in masum kadın ve çocuklarının feryatlarına karşı hiç sesleri çıkmazken İsrail zaliminin meşru bir otorite olduğunu Filistin’e yardım götürmenin ancak ondan izin alarak bunu yapmaları gerektiğini söylüyorlardı… Afganistan’da Filistin ve Suriye’de yapılanlara karşı yine aynı sessizliklerini sürdürmektedirler. Allah izan ve insaf versin...
MEHMET ŞENLİK / İnzar Dergisi / Mart 2012