Nice yollar yürüdüm nice badiyeler...
Ardın sıra iz sürdüm adım adım kırk yıl boyunca
kırk yaşındayım.
Hüzün kaplı manzaralarına şahitken ruhum,
ben, bende değil sana “bende”yim, sevgine “bende”…
ki, sevmeye bahanem var.
Sen ki,
sevginle gönlümü kendine tutsak bir avare kıldın.
Ey gözümün nur`u!
Beni azade etme muhabbetinden.
Nisan, geçtiyse de
ben, kokunun sarhoşu,
ben geceyi senle anan mahmur,
ben özgürlüğü senle ve sende bilen, “bende”...
Sevmeye bahanem var,
Ey göklerin Ahmedi!
Zaman gün`le, ay`la, yıl`la tarif edilse de
ben, zamansız bir aşık,
mefhumsuz bir mecnun,
sevgiyi ne akrep ne de yelkovana esir etmiş
bir muhabbet berduşu...
Cahiliye cirit atıyorken kalblerde,
sana olan hasret için
bir fetret dönemi yazıyor insanlık.
Bir muştunun şafağını bekliyorken,
yüreklerde söken şafak,
güneşin doğuşu gibi parladı “doğu”dan,
söküverdi surlarında Diyarbakır`ın
“istasyon meydanı”ndan.
tıpkı ışığın doğudan doğuşu gibi.
Hasret, hiçbir zaman meydanlarda böyle esmemiş,
hiçbir zaman özgürlüğü
böylesine tatmamıştı.
Vuslat, hasretle böyle mi buluşur ey gönlümü esir eden!
Sevmeye bahanem var,
“istasyon meydanı”ndan.
Söyle!
Ey istasyon meydanı!
Şahit oldun mu böylesi bir sevgi seline?
Yerden göğe meleklerin saf bağladığı
cuşu huruşa geldiği bir mahşere?
Gönüllere sığmayan bir yetimin sevgisi,
meydanlara sığmıyorsa
ey zavallı aklım,
sen aşktan ne anlarsın!
Gözü karalardan,
çocukların masumiyetinden,
kadınların engin sevgilerinden
ve sözün en güzeli olan
muhabbet-i Muhammed`den...
Bir sevgi seli,
bir tsunami yaşandı diyar-ı bekir`de.
Yakıp yıkan değil,
yıkılanı yapan,
yakılanı eskisinden de güzele çeviren bir tsunami...
Her taraftan aktıkça istasyon meydanına
yıkılan yürekler, küstürülen bilekler,
canlanıverdi birden.
Meydan ve sen...
Seni görmeden sana meftun benden, yani kölen...
Ey gönüllere taht kuran Sultan! ....
ki, sevmeye seni bahanem var!
Ölüler denizinde çöle serpilen kumlar gibiyken kalbimiz,
İsrafil sevgini üfledi üstümüze!
Hayat veren, dirilten,
istasyon mahşerinden muhabbet hesabına koşan,
şahitler, aşıklar, mecnunlar oluverdik bir anda.
Bir nisan ki tsunaminin son dalgaları patlayıversin de
Amed`de, ses vermesin,
sevgi aşılamasın,
yıkılanı onarmasın... mümkün mü?
Sevmeye bahanem var, dedim ya!
Sen,
cahiliye kalıntısı üzerine muhabbeti inşa ederken
Medine`den, medeniyetler yürüttün,
Medineler inşa ettin yürekler yanısıra coğrafyalara.
Kaşifler; kıtalar, beldeler ararken köhne dünyada,
Sen, yürekler arıyordun ihya için karanlıklarda.
Ey ihya eden!
Karanlıkları aydınlatan sevgin
bir işaretse, buna meydanlar, istasyonlar şahit...
sığmadığımız salonlar, statlar şahit...
Yeryüzü ve gökyüzü şahit,
rahmetin melekleri şahit...
Ve bir de,
Yetimler, çocuklar, kadınlar, şahit...
Sevmeye, bahanem şahit...
Ey muhabbet-i bahanem!
Babasız doğuşunda,
annesiz kalışında,
Abdulmuttalib`in arkasından ağlayarak yürüdüğünde
yetim kalan bendim,
öksüz olan ben,
ağlayan ben...
“Ne annem var, ne babam.
Beni kime bırakıyorsun ey amca”
dediğinde ise eriyip giden
yine ben.
Uhud’da dişi kırılan,
yanağı yarılan;
Mekke`ye tevazuyla giren
yine ben...
Ebediyete göçtüğünde
şaşkın ve biçare olan,
ardınsıra on dört asırdır ağlayan,
sevgine bahane arayan
yine ben...
On dört asırlık bir özlemi,
on dört asırlık bir hasreti,
diyar diyar, badiye badiye taşıyıp da
il il, ilçe ilçe, belde belde, köy köy,
yürekler fetheden sevginin kölesi...
yani ben!
İşte şimdi zirvesindeyim aşkın
İşte şimdi meydanındayım sevginin
İşte şimde kalbindeyim Amed`in
Ve haykırıyorum milyonların ağzıyla
istasyon meydanından:
Sevmeye bahanem var!
Mehmet Ali Gönül