Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İslam ülkelerini dizayn etmek için kullanılan en büyük enstrüman darbeler oldu. Darbeler her ne kadar askerin sivil siyasete müdahalesi gibi görünse de gerisinde hep dış güçler yer aldı. Darbeyi yapan askerler ise, dış güçler tarafından sömürge haline getirilen ülkeleri hizaya getirmek için sürekli bir sopa gibi kullanıldı.
İngiltere'nin 1956'da "Süveyş Krizi" ile zayıflamasının ardından, 1957'de "Eisenhower Doktrini" ile Ortadoğu diye tabir edilen İslam coğrafyasında sömürgecilik bayrağını devralan ABD, Türkiye'de yaşanan her darbeye ya direkt ya da dolaylı olarak müdahil oldu. Türkiye'nin 1950'lerde yakınlaştığı Batı Bloğunu terk etmesini istemeyen ABD, bunun aksini hissettiği an darbeler için zemin hazırladı.
ABD'nin Türkiye'deki askeri müdahalelerdeki rolünü resmî belgelere dayandırarak ispatlamak belki imkânsız ancak 1960, 1971, 1980, 1997 post modern ve 15 Temmuz darbeleri öncesinde ve sonrasında Türkiye'de meydana gelen politik değişiklikler ile ilgili ABD'li yetkililerin açıklamaları bu gerçeği gözler önüne seriyor.
ABD ve Batı, askerlerin yanı sıra İslam ülkelerinde darbelere destek veren sivil görünümlü cuntacıları bulmakta da hiç zorlanmadı. Özellikle batı tipi bir hayat tarzı özlemi içinde olan ve bunun karşısındaki en büyük engeli de İslam olarak gören bu kesimler, kimi zaman siyasi parti olarak ortaya çıksa ve darbe karşıtı olduklarını dile getirse de hep darbecilerin yanında yer aldı. Türkiye'de de uzun yıllar tek parti olarak ülkenin idaresini elinde bulunduran CHP, laiklik adı altında halkı İslam'dan uzaklaştırmak için her yolu denedi. Ancak çok partili sisteme geçilmesinin ardından iktidarı kaybeden ve halktan istediği desteği alamayan bu zihniyet başka yollara tevessül etmekten de geri durmadı.
CHP'nin yasakçı uygulamalarını kaldıran kadroya darbe
CHP'nin yönettiği tek partili Türkiye'de çok partili sisteme geçişle kurulan Demokrat Parti, girdiği ilk seçimlerde halkın büyük desteğiyle iktidara geldi. İlk olarak 18 yıl süren Türkçe ezan zulmünü kaldıran DP, CHP'nin öncülüğünü yaptığı laik Kemalist kesimlerin şimşeklerini üzerine çekti.
Komünizm karşıtı bir politika izleyen ABD ise, ilk zamanlarda bu gelişmeden duyduğu rahatsızlığı fazla açığa vurmasa da bunu bir yerlere not etmişti. Bu dönemde Sovyetler Birliği (SSCB) ve komünizm korkusu Türkiye'yi, ABD ile yakınlaştırmıştı. ABD bölgesel çıkarları için Türkiye'yi önemli bir müttefik olarak gördüğünü dile getirmesine rağmen, en küçük bir menfaati için dahi aba altından sopa göstermekten geri durmuyordu.
Ancak zamanla iki ülke arasında baş gösteren bazı sorunlar ve çok partili sisteme geçilmesinden itibaren halkın oyuyla iktidara gelemeyen laik Kemalist zihniyetin de ön ayak olmasıyla ABD, Başbakan Adnan Menderes'i gözden çıkardı.
İslam düşmanlığı üzerinden harekete geçen sol zihniyet bir yandan ABD ve Batı ile iş birliğine giderken diğer yandan da orduyu darbeye davet ediyordu. Menderes karşıtlığı üzerinden darbeye zemin hazırlamak için düzenlenen eylemler sonucu 27 Mayıs 1960'da ordu yönetime el koydu. Görünürde bir grup subay tarafından yapılan darbe sonucu, dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi.
CHP yöneticileri darbeden haberdardı
CHP'nin darbedeki rolü yıllarca tartışılsa ve CHP bunu inkâr etse de yıllar sonra açıklanan CIA belgelerinde CHP'li yöneticilerin darbeden haberdar olduğu belirtiliyordu. CIA'nın 2017 yılında yayınladığı ve "CIA-RDP79R00890A001200050027-0" kodu ve "gizli" başlığıyla hazırlanan belgelere göre, CHP'nin önde gelen liderleri darbenin farkında olmalarına rağmen görünürde eylem ve planlama safhasına katılmadılar.
Öte yandan darbelerle ilgili her tartışmada darbe karşıtı olduğunu dile getirerek kendilerini savunan CHP'li siyasilerin, 1960 darbesini açık bir şekilde kınamaktan geri durması da darbeden duydukları memnuniyeti göstermesi açısından dikkat çekiciydi.
12 Mart 1971: Aynı senaryo
1960 darbesinden sonra hazırlanan Anayasa ve pratikteki uygulamaları yeterli görmeyen sol Kemalist kesim, darbeden 10 yıl sonra yeniden harekete geçti. Yapılan iki seçimde de DP'nin devamı olarak görülen Adalet Partisinin (AP) iktidara gelmesi bir kez daha sol Kemalist kesimin iktidar umudunu bitirdi. Bunun üzerine harekete geçen sol Kemalist kesim CHP'nin de desteğini alarak bir yandan üniversiteler başta olmak üzere sokakları harekete geçirirken diğer yandan da yeni bir darbe hazırlığına girişti. Aralarında Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi sivillerin de bulunduğu emekli General Cemal Madanoğlu liderliğindeki sol Kemalist bir grup, darbe hazırlığındayken MİT tarafından deşifre edildi. 9 Mart Cuntası olarak da bilinen bu grup tasfiye edilirken, mücadeleyi kazanan ordu içindeki ABD destekli diğer grup, 12 Mart'ta verdiği muhtıra ile hükümeti düşürerek yeni bir darbeye imza attı.
Darbeciler CHP'li Erim'e hükümet kurdurdu
TRT radyolarından okunan ve Demirel hükümetini görevden uzaklaştıran muhtıranın ardından CHP'den istifa ettirilen Nihat Erim'e yeni bir hükümet kurduruldu. Darbeciler tarafından kurdurulan Erim hükümetleri istenen reformları gerçekleştiremedikleri gibi ülke biraz daha kaosa sürüklendi. Aralarında İstanbul, Ankara ve Diyarbakır'ın da bulunduğu 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen olayların önü alınamazken Milli Nizam Partisi (MNP) ile Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatıldı.
Darbe sonucunda Türkiye'deki NATO karşıtı tutumlar sona erdi, ABD'nin istediği haşhaş ekimi yasaklandı, kalkınma girişimleri yavaşlatıldı, öğrenci ve işçi eylemleri bastırıldı, 1960'ların ortasında başlayan "dengeli bağımlılık" girişimleri yerini ABD'nin yeniden nüfuz kazanmasına bıraktı.
Bu darbenin en dikkat çeken bir yönü de sol kesimin desteğiyle yapıldığı halde darbeden sol kesimin de zarar görmesidir. Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil daha sonra o dönem gazetecilik yapan İsmail Cem'e aynı döneme ilişkin "CIA altımızı oymuş, haberimiz olmamış." diyerek ABD'nin darbedeki rolüne dikkat çekmişti.
ABD'nin "Bizim çocuklar yaptı." dediği darbe: 12 Eylül 1980
Türkiye yine zor dönemlerden geçiyordu. 1974'te kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti haşhaş ekim yasağını kaldırmış, akabinde Kıbrıs'a müdahale edilmişti. Ankara ve Washington arasında yeniden kriz baş göstermişti.
ABD bu iki kararı gerekçe göstererek 1975-78 yılları arası Türkiye'ye ambargo uyguladı. Türkiye ise Amerikan üslerini kapattı. Sovyetlere ve Ortadoğu ülkelerine yaklaşma çabaları başladı. Bu gelişmeler üzerine harekete geçen ABD, bir yandan ambargoyu sürdürürken diğer yandan sağ-sol çatışmalarıyla sokakları hareketlendirdi. 70'lerin sonlarında sağ-sol çatışmaları iyice tırmanmış, siyasî suikastlar artmıştı, ülkede kaos ortamı hâkimdi. Maraş katliamı, Taksim olayları gibi haberler her gün gazete manşetlerindeydi. Yaşanan pek çok kanlı eylemin bilinçli olarak engellenmediği, hatta MİT ve CIA tarafından provoke edildiği dönemin yetkilileri tarafından iddia edildi.
Yaşanan onca olaya ve kaos ortamına rağmen sessizliğini koruyan ordu, MSP tarafından 6 Eylül'de Konya'da düzenlenen Kudüs mitingini bahane ederek harekete geçti. İslami değerlerin öne çıktığı Kudüs mitingini gerekçe göstererek harekete geçen darbeciler, laik Kemalist kesime meşruiyetlerini İslam düşmanlığından aldıklarını göstermek istiyordu.
Darbe ilanında neredeyse tüm darbecilerin amentüsü gibi sayılan ve dış güçlere bağlılık mesajı içeren "Uluslararası anlaşmalara ve laikliğe bağlı kalacağız." sözleri kullanıldı. Darbeci Evren, darbe gerekçesi olarak Kudüs Mitingini zikretmese de onun yardımcılarından olan Hasan Saltık'ın mitingi "bardağı taşıran son damla" olarak nitelendirmesi olayın perde arkası hakkında yeterli derecede fikir vermekteydi.
Yine CIA'nın Ankara şefi Paul Henze'in dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter'a darbeyi "bizim çocuklar yaptı" sözleriyle haber vermesi, ABD'nin 12 Eylül darbesiyle ilişkisi açısından en önemli kanıtlardan biri olarak değerlendirildi. Bu darbenin ardından Türkiye, kesin bir şekilde ABD'nin etkisine girdi. ABD, daha önceleri değişik sebeplerle sorun yaşadığı tüm üslerini artık dilediği gibi kullanmaya başladı.
Postmodern darbe
1995 seçimlerinde Refah Partisinin (RP) galip gelmesi Türkiye-Amerikan ilişkilerinde ciddî bir kırılmayı da beraberinde getirdi. Necmettin Erbakan, İslâmcı köklerden gelen siyasetçi olarak ilk kez Başbakan olmuştu. Erbakan'ın siyonizm karşıtı sözleri, İslam dünyası ile dayanışma vurgusu, İran ve Libya'ya yaptığı yüksek profilli geziler, İran'la boru hattı inşa anlaşması imzalaması, Müslüman ülkeler arasında ekonomik iş birliğini öngören D-8 projesi, İslam Ülkeleri Ortak Pazarı, İslam Ülkeleri Ortak Savunma Sistemi, İslam Ülkeleri Ortak Para Birimi gibi söylemleri Washington'u rahatsız etti.
İç politikada da seküler elitler Erbakan'ın yükselişinden rahatsız ve kaygılıydı. Ordu, basın ve yüksek yargı eliyle gerilim tırmandırıldı, büyük sermaye de buna destek verdi. 1997'nin Şubat ayı başında Sincan'da tankların yürütülmesi ile başlayan süreç 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu Kararlarıyla hükümete karşı net bir tavra dönüştü. Erbakan 18 Haziran'da başbakanlıktan istifa etmek zorunda bırakıldı.
Alınan MGK kararlarının ardından dindar kesime yönelik cadı avı başlatıldı. Üniversite önlerinde genç kızların tesettürüne el uzatıldı, çarşaf giyen bayanlar, her tür hastayı tedavi etmeye yemin etmiş doktorlar ağır hakaretlere maruz kaldı, tesettürünü zorla çıkarmış nice kadın ağır psikolojik problemler yaşadı. Yüz binlerce imam hatip öğrencisi, milyonlarca diğer meslek liselerinden öğrencilerle birlikte katsayı sistemi denen bir sistemde kurban edildi. Süreç boyunca dört bir yanı zulüm bürüdü. Binlerce kişi gözaltına alınıp Devlet Güvenlik Mahkemelerine sevk edildi, binlerce kişi, haklarında örgüt mensubu fezlekeleri hazırlanarak ağır cezalara çarpıtıldı, onların bir kısmına müebbet hapis cezası verildi.
CHP bir darbede daha sahnede
Refah Partisinin iktidar ortağı olmasından dolayı İslami değerlere yönelik saldırılar artarken Erbakan'ın yaptığı her açıklamayla yeni bir gerilim ortamı oluşturulmaya çalışıldı. Hükümete yönelik her eleştirisinde "laiklik elden gidiyor" temasıyla hareket eden CHP, her fırsatta İslami değerleri hedef alan uygulamaların arkasında durdu.
Darbeye giden süreci desteklemekten geri durmayan CHP, Başbakan Necmettin Erbakan'ın, kendi konutunda tarikat ve cemaat liderlerine verdiği yemeği de mahkemeye taşıyarak suç duyurusunda bulundu.
Darbe sonucu devrilen Refah-Yol Hükümeti yerine kurulan hükümete katılmasa da desteğini esirgemeyen CHP, başörtü yasakları ve imam hatiplerin kapatılmasını öngören yasanın da arkasında durmaktan geri durmadı. Ayrıca 28 Şubat sürecinde başörtü ve İslami değerlere düşmanlığıyla öne çıkan isimlerin CHP'de siyasete atılmaları da CHP'nin darbedeki rolünü gözler önüne seriyordu.
ABD Refah-Yol'un post modern yollarla devrilmesinden memnundu. ANASOL-D Hükümeti'nin Başbakanı Mesut Yılmaz Aralık 1997'de Beyaz Saray'da ağırlandı. Aynı ay içinde siyonistler ile de ilişkiler derinleşti, 48 F-5 savaş uçağının modernizasyonu terör çetesine ihale edildi.
28 Şubat'tan sonra Müslüman ülkelere yakınlaşmaya çalışan Türkiye, Batı ile olan stratejik ortaklığını ve küresel ekonomik sistemdeki yerini sürdürmeye çalıştı.
Darbeciler bir sonraki darbeci FETÖ'ye dokunmadı
Ama ne gariptir ki dindar kesim için adeta cadı avına dönüştürülen bu süreç, yine o dönemde dini bir profil olarak bilinen Fetullah Gülen'e ve çalışmalarına dokunmadı. Hatta bu sürecin FETÖ'ye alan açtığı kimi feraset sahipleri tarafından daha önce bilinse de 15 Temmuz darbe girişimiyle daha iyi anlaşılmıştı. Nitekim darbenin ardından Zaman gazetesi, darbe için "Hayırlı Olsun" diyerek darbecilerden yana olduğunu belirtiyordu.
Konuyla ilgili Gazeteci-Yazar Abdulkadir Turan, şunları aktarır:
"Türkiye'de dindar kesim meydanlarda açıkça "kahrolsun ABD, kahrolsun israil" sloganları atıyor ve o günlerde AB üyeliğine de açıkça muhalefet ediyordu. Bu noktada dindar kesimi ABD-israil çizgisine çekecek bir yapıya ihtiyaç vardı, o yapı 15 Temmuz'u gerçekleştiren gruptu. Gülenci grup, karakter olarak Türkiye'deki dindar yapıdan nefret ediyordu, dindarların uğradığı her tür mağduriyetten dindarları suçlu tutuyor hatta İslami duyarlılığın kendisini sorumlu buluyordu. "Öğrenci ve memurlar başörtüyü tercih etmese, açıktan namaz kılmaya kalkışmasalar, Amerika ve israil karşıtı bir siyaseti destekleyeceklerine Bülent Ecevit gibi her tür İslami hassasiyet karşıtı bir siyasetçinin peşine takılsalar niye 28 Şubat olsun ki?" sorusunu, düşüncelerini dikte etmek için fütursuzca sorabiliyorlardı. Onların bu sorusunun sebep ve niyeti dahi irdelenmedi.
Dindar kesim, bu soruyu soranlarla 28 Şubat'ın görünen aktörleri arasındaki bağı ortaya koyamadı. Bu yüzden kendisine karşı oluşturulan sistemi sorgulayacağına kendisini sorguladı, o sistemle uğraşacağına kendisiyle uğraştı, kendisine karşı kurulan düzeneği bozmak yerine o düzenekten yaralı olarak çıkmayı seçti. Bir anda sakal hatta bıyık dahi kesildi, aniden ortaya Avrupai bir Müslüman tipi çıktı."
Ve 15 Temmuz darbesi
Refah Partisinin kapatılmasının ardından başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Millî Görüş çizgisindeki bazı siyasetçiler, partiden ayrılarak Adalet ve Kalkınma Partisini kurdular. Hem içten hem de dıştan yoğun bir baskı altında olduklarını düşünen bu kadro, baskılardan kurtulmak için biraz daha ılımlı bir politikaya yöneldi. Dışta ABD ile iyi ilişkiler kuran AK Parti, içerde de lideri ABD'de yaşayan Gülen Hareketi ile iyi geçinmeye çalıştı. Hatta Türkiye'nin o süreçte ABD ile ilişkileri o kadar iyi bir konuma geldi ki Türkiye ABD tarafından İslam ülkelerine örnek gösterilmeye başlandı.
İktidarın kimi politikalarında ABD ve AB ülkelerine ters düşmesi Türkiye'ye yönelik yeni saldırıların kapısını araladı. Her defasında emrine girecek kadrolarla müdahalelerde bulunan ABD ve Batı ülkeleri bu seferde iktidarı devirmek için farklı yollara başvurdu. Öcalan'ın yakalanmasının ardından uzun süre eylemsizlik içinde bulunan PKK'nin yeniden harekete geçirilmesiyle başlayan süreç Gezi kalkışmasıyla sürdü. Halkın verdiği destekle kalkışmayı bastıran hükümete yönelik yeni operasyonlar da devam etti.
İktidarı devirmek için tüm yollar denendikten sonra uzun süredir hazırlanan ve alttan alta en önemli kadroları ele geçirilen FETÖ, harekete geçirilerek yeni bir cephe açıldı.
Yolsuzluk adı altında düzenlenen 17-25 Aralık operasyonları, MİT TIR'ları olayı, PKK eliyle çıkarılan Kobani bahaneli olaylar ile PKK'nin çözüm sürecini bitirmesi gibi bir dizi olay hükümeti hizaya getirmek için kullanıldı. İçerde büyük krizlerin yaşanmasına sebep olan FETÖ'nün liderinin ABD'de ikamet etmesi ve ABD'nin ona sahip çıkması hükümet ile ABD'nin ilişkilerini iyice çıkmaza soktu.
Çukur siyasetiyle sokağa taşınan çatışmalar ve büyükşehirlerde patlatılan bombalarla ortamı hazırlanan darbe girişimi ise 15 Temmuz'da gerçekleşti. FETÖ eliyle gerçekleştirilen ABD ve Batı destekli darbe girişimi halkın sokağa çıkmasıyla akamete uğratıldı. Darbe girişiminden sonra başta Suriye ve Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler olmak üzere Türkiye sınırını değiştirecek yeni planların devreye sokulması neden darbe yapılmak istendiğini de ortaya koyuyordu.
15 Temmuz'da CHP'nin tavrı
Çok partili siyasi hayata geçişin ardından yaklaşık 70 yıldır tek başına iktidara gelemeyen CHP, yaşanan darbelere açıkça karşı koymadı. Bundan dolayı adı her dönemde halk arasında darbecilerle beraber anılan CHP, bu kötü imajı silmek için herhangi bir darbede ilk karşı çıkanların kendileri olduğunu dile getirmek zorunda kaldı. Ancak tüm bu söylemlere ve darbeyi gerçekleştiren grubun ideolojik olarak CHP'ye uzak olmasına rağmen, CHP'li yöneticilerin darbecilere karşı direnen halkın arasında olmaması dikkat çekiciydi.
Darbe gecesi toplanan TBMM'de CHP'li vekillerin olması ve darbeye karşı açıklamalar yapması CHP'ye yönelik algıda olumlu bir değişim yapsa da bu hava fazla sürmedi. CHP'li yöneticiler bir yandan darbeyi eleştirirken diğer yandan FETÖ'cüleri aklama yoluna giderek 'kontrollü' olarak niteledikleri darbeden hükümeti sorumlu tutmaya başladı.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşen darbelerde dışarıdan ABD'nin rolü olduğu tüm kesimler tarafından kabul edilirken içeride de kendini devletin sahibi olarak gören CHP, darbelere hep bir yerlerinden bulaştı. CHP'nin darbelerdeki rolünün en büyük nedeni ise İslam karşıtlığı olarak öne çıktı. (İLKHA)