Gülü anlatmaya kelimeler yetmez; gülü tanımaya bir ömür yetmez… Gülün vasfı yine güldür; gül gibi güzel denilir. Madde ve manada güzellikler daima güle nispet edilir. Güle teşbih edilir. Her lisanda güzellik ve zarafetin, ümid ve sevginin timsali olan gül, mana ve mesajın, iman, aşk ve sevdanın canlı resmidir. Hakk’a giden yolda çileyi sevmenin; Hakk’tan geleni cana minnet bilip baş tacı etmenin ifadesidir. Gülde zahir olan güzellik ve letafet, onu zuhura getirenin eşsiz güzelliğine, sonsuz lütuf ve keremine işarettir. Cemal ve celal tecellilerine en güzide ma’kes bir ayna olan gül, namütenahi güzellikler ülkesine delalet eden maveraî bir davetnamedir. Gül, cennete giden yolda bir iz ve işarettir; şekli, kokusu, rengi, desen ve zarafetiyle o ebedi saadet, sonsuz aşk ve muhabbet ülkesinin nümune-i misalidir.
Gülde nümayan olan iz ve işaretler, adeta bizi cennete davet ederler; “bak, gör, kokla, bu izi takip et” derler. Gülün eşsiz kokusu nereden geliyor; o muhteşem desenler, harikulade renkler, dikenlerin üzerinde yükselen göz alıcı şekiller ve tomurcukların içinde gizlenen güzellikler neyin ifadesi…
“Aşkın, sevdanın, aynı zamanda imtihanın ve vuslat yolundaki çilenin ve ödenmesi gereken bedelin ifadesidir gül…” Güle giden yol çileden geçer. Tıpkı cennetin yolunun hoşa gitmeyen şeylerle döşendiği gibi, güle uzanan yol da dikenlerle çevrilmiştir. Gülü seven, güle vasıl olmak isteyen, dikenlerin arasından geçmek, dikenlerin çile ve ıstırabını çekmek, yolun bedelini ödemek mecburiyetindedir.
“Gül dikensiz, yol çilesiz olmaz!”
Gül, aşk ve maneviyat ikliminde çilenin sır-ı manasına işaretle, vuslat yolunda muhabbet, mihnet, bela ve musibetin en mutena remz-i nişanesi olarak mülahaza edilmiş, sevginin ve sevenlerin, aşk ve gönül ehlinin vazgeçilmez kılavuzu haline gelmiştir. Her gönül ehli sevgisini ‘gül’le ifade etmiş, her seven, sevdiğine hep gül diye hitap etmiştir. Güzellik ve sevgi hep ‘gül’le birlikte resmedilmiş, güzellik ve sevgi deyince hep akla ‘gül’ gelmiştir.
Güzellik, aşk, letafet, zarafet ve taravet gibi bütün müteradif mücerred mana ve mefhumların en müşahhas timsali sayılan gül, diken tarlasında, her dokunmak isteyenin eline batan, kanatıp yaralayan haşin dikenlerin tam ortasında yetişir. Gülü elde etmek için dikenlerle mücadele etmek, mihnet ve musibetlerle yüzleşmek icab etmiştir. Hakiki ve ebedi güllerin asli vatanı olan cennete giden yol da zahmet, mihnet ve meşakkatlerle çevrelenmiştir. Dünyanın fani, geçici ve zevale mahkûm güllerini elde etmek için dahi nasıl ki dikenlerin acısına katlanmak kaçınılmaz ise, ebedi güllerin diyarı olan cennete kavuşmak da çilesiz, mihnetsiz ve bedelsiz olmaz.
Güle dikenli yoldan geçilerek gidilir, gül daima dikenlerle birlikte, dikenlerin üstünde tomurcuklanarak, dikenlerin acılığına, mevsimlerin ıstırabına, kışın soğuk, ayaz ve fırtınalarına katlanıp baharı bekleyerek yetişir. Güle manasını veren o gönül alıcı rayiha, adeta çile, acı ve ıstırapların mükâfatı; sabır, tahammül ve fedakârlığın karşılığıdır. Eğer gül, öyle çile ve acılara katlanmasaydı, belki cenneti hatırlatan böyle şayeste bir mükâfata mazhar olamazdı. Dünyada rengârenk nice çiçekler vardır; ama güzellik, rayiha ve letafette hiç birisi gülün payine ulaşamamıştır.
Her çiçeğin hususi bir güzelliği, biçim ve endamı vardır; ama gülün güzelliği bambaşkadır, gül farklıdır.
“Cennetin yolu, camiden geçer, Camiyi seven, vuslata erer…”
İçine bir damla mutluluk esansı katılmış ağır bir gam, keder ve ayrılık denizi olan şu fani dünyada cennet misali güzelliğin remzi nişanesi olan gül, aşk ve gönül ehlinin biricik teselli vesilesi, hicrana düşenlerin hasret ve vuslat elçisi, her baharla birlikte küllenmiş sevdaları yeniden alevlendiren ümid ve sevgi meşalesidir.
Teknolojik ışıldakların zifiri karanlığında modern cahiliyenin en buhranlı dönemlerinden birini yaşadığımız şu kalbi sökülmüş çağda, yeni bir ruh, şuur ve umutla dirilmek, yeni bir aşk ve heyecanla ayağa kalkıp gayelerin gayesine doğru yola çıkıp yürümek için, o gülün rayihasına ne kadar muhtacız… Bugün de her şeye rağmen, bir nebze de olsa, rayihasını duyabildiğimiz o gülün kokusunu izleyerek, gülün kopup geldiği o eşsiz saadet iklimini yeniden keşfederek, dünyamızı da muvakkat bir gülistana çevirebiliriz.
Gülü tanıdığımız; güle dost, yakın ve aşina olduğumuz nispette onun eşsiz kokusunu duyabilir, muhabbet, teveccüh ve alakamız kadar onunla hemhal olabiliriz. Gülden uzak yaşayan çorak gönüller, gülün kokusunu duyamazlar zaten! Gülü tanımayan bedbaht gönüller fani dünyanın yalancı çiçekleriyle oyalanır dururlar; mavera gülünden bir nefes bile alamadan, kendilerini kabrin zifiri karanlıklarında dikenlerin arasında bulurlar! Dünyada gülü aramayan, güle dost, yakın ve aşina olmayan, orada dikenlere mahkûm olur. Gülden uzak bir hayat, ruh için zindan olur! Gülü sevmek, saadet nişanesi, onu bilmemek şekavet sebebidir. Gülü tanımadan geçen ömür, heba olup gitmiş demektir.
Gülü tanımak liyakat, onu sevmek, ona gönül vermek, teveccüh, aşk ve alaka ister… Her şeyden önce aramak, hasret vadilerinde dolaşmak, hicran ateşiyle gözyaşı döküp ağlamak, gülün geçtiği yollarda izini takip ederek ona varmak, ona müştak ve talip olmak gerek…
“Aramayan, sormayan, talip olmayan bulabilir mi?!”
Gülün izinde, bir adım…
Dünyada en çok çile çeken, hayatı adeta çile olan bir Peygamberin (s.a.v) ümmetiyiz, Onu ‘Güllerin Efendisi’ diye severiz. Ama ne var ki, Onun çektiği çileye, meşakkat, zahmet ve mihnete yeterince talip değiliz. Gülü severiz ama dikenine katlanmak istemeyiz. Sanki yattığımız yerden, hiç dikenleri görmeden (çile, acı ve ıstırap çekmeden) cennet gülistanını kazanmayı hayal ederiz. Ama heyhat, gül nerede, biz nerede!?
“Bana yapılan eziyet hiç kimseye yapılmadı!” diyerek, makamına nispetle çilesinin de büyüklüğünü ifade buyuran Resul-i Zişan Efendimiz (s.a.v) “Onu sevdiğini söyleyen bir sahabiye, fakirlik, mihnet ve meşakkat elbisesini giymeye hazır olmasını…” (mealen) söylemişlerdir. Onun mübarek sözlerinden bir tanesini bile hakkıyla anlayıp yaşayabilsek, iki cihanda kurtuluş ve saadeti ümid edebiliriz. Onun emir ve tavsiyelerini izleyerek dünya ve ahiret felaketlerinden kurtulabiliriz; ancak Güllerin Efendisine tabi olmakla ebedi gülistana vasıl olabiliriz. Ondan uzak geçen bir ömür, ölümden bin beter, belki hiç yaşanmamış gibidir; en büyük mahrumiyet, Onu tanımadan, Ona dost, yakın ve aşina olmadan ölüp gitmektir.
Gülü tanımadan, gül kokusunu duymadan, gülün sevdasıyla yanıp ağlamadan bomboş, kaskatı ve şuursuz bir kalple ahirete gitmek ne büyük felakettir! Gülün aşkıyla yanmayan gönül, manasını kaybetmiş demektir.
İşte böylece bir gül mevsiminde daha Güllerin Efendisini (s.a.v) hasret, minnet ve muhabbetle anarken, Ona, âline ve ashabına salat ve selamlar gönderiyor; yarın ruz-i mahşerde şefaat-i seniyelerine nail olmak ve Havz-ı Kevser’inde buluşmak için, bir an bile O gülün izinden ayrılmayalım diyoruz. Gözümüzü ve gönlümüzü açalım da şu üç günlük fani dünyanın yalancı çiçeklerine aldanarak ebedi cennet gülistanından mahrum olan bedbahtlardan olmayalım!
Cemi-iÜmmetin uyanışına, kalbi diriliş ve necatına; iki cihanda, madde ve manada yeni bir fetih ruhuyla ayağa kalkıp tarih sahnesinde hasretle beklenen yerini almasına; O Güller Sultanının izinde, Ona ümmet olmanın şuur ve idrakiyle hayatımızda yeni bir sayfanın açılmasına; maveraya doğru tazelenmiş bir iman, aşk ve heyecanla yola çıkmaya vesile ve medar olması dua ve niyazıyla…
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi / Mart 2012