Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra farklı etnik yapılara kurdurduğu irili ufaklı ulus devletlerle İslam coğrafyasının zenginliklerini sömürmeye başlayan emperyalist devletler, çözümsüz bıraktıkları sorunlarla da kurtarıcı olma rolünü sürdürdüler. Ümmet olarak, Müslümanların birliğini önceleyen tutumlarından dolayı emperyalistlerin oyunlarına gelmeyen Kürtler, bunun bedelini yüzyıldır ödemeye devam ediyor. Bunun sonucu olarak Kürtlerin yaşadığı topraklar, Birinci Dünya Savaşı'nda Türkiye, Suriye, İran ve Irak arasından bölüştürüldü ve bu durum, adı geçen ülkeler ile Batı arasında yaşanan her olumsuz olayın ardından kullanıldı.
Yaşanan son olaylar Kürtlerin, İngiltere, ABD ve Rusya gibi emperyalist ülkelerle olan ilişkilerini bir daha gündeme getirdi. İlişkileri çıkara dayalı olan bu ülkelerin her defasında Kürtleri yüzüstü bırakması, özellikle Kürtlerin içerisindeki yıllardır Batı kurtarıcılığına inanan kesimi bir daha hayal kırıklığına uğrattı.
Mahabad Kürt Cumhuriyeti
SSCB'nin İran'ı işgaliyle oluşan boşlukta Azerilerin özerkliklerini ilan etmelerinin ardından Qazî Muhammed'in öncülüğünde 1946'da Mahabad Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Qazî Muhammed'in Cumhurbaşkanı olduğu bağımsız Kürt devletinde Mele Mustafa Barzani Genelkurmay Başkanlığına getirildi.
SSCB'nin İran topraklarından çekilmesiyle başta İngiltere olmak üzere emperyalist devletlerin desteğini alan İran şahı, Mahabat'a saldırdı. SSCB'nin Mahabat Cumhuriyeti'ne vadettiği silahları vermemesiyle yüzüstü bırakılan genç Kürt Cumhuriyeti, İran karşısında daha fazla dayanamayarak yıkıldı.
ABD ve Kürtler
Kürtler, 1956 yılına kadar (Süveyş Krizi) Batı emperyalizmi adına İslam coğrafyasında bulunan İngilizlere hiçbir zaman güvenmemiş ve onlara karşı kıt imkânlarla da olsa sürekli mücadele etmişlerdir. İngilizlerin Süveyş Krizi'nden sonra görevini (!) ABD'ye bırakmak zorunda kalmasının ardından Kürtlerin Batı ile olan ilişkileri de yeni bir sürece girdi. Uluslararası güçler arasında bir denge politikası yürütmeye çalışan seküler Kürt gruplar, bazen SSCB'ye bazen de ABD'ye yanaştı.
ABD, 1956'da (Süveyş Krizi) İngiltere'nin zayıflamasının ardından 1957'de Eisenhower Doktrini ile birlikte Ortadoğu'ya özel bir önem vermeye başladı. Bu süreçte hem Türkiye'nin 1952'de NATO üyesi olması hem Irak'ın 1955'te Bağdat Paktı'nda yer alması, hem de 1954'ten itibaren İran'da şahla kurulan iyi ilişkiler ABD'nin Kürtlerle ilgilenmesini bir süre engelledi.
Fakat 1958 sonrası SSCB'nin Irak'la iyi ilişkiler kurması ABD'yi Kürtlerle ilişki kurmaya zorladı. ABD bu çerçevede Irak'ta yaşayan Kürtlerin lideri Molla Mustafa Barzani ile temas kurmaya başladı. Fakat Amerikalıların Kürtlerden yararlanma çabalarının İngilizlerden farkı; Kürtleri, sadece bölge ülkelerine bir baskı ve pazarlık aracı olarak değil, aynı zamanda küresel güç mücadelesinin de bir parçası olarak görmesiydi. Bu çerçevede ABD'nin Kürtlere ilgisi kimi zaman SSCB ile çekişmesinin bir yansıması kimi zaman da Kürtlerin yaşadığı dört ülkeye (Türkiye, İran, Irak, Suriye) yönelik politikalarının bir parçası oldu.
1961 ayaklanmasında ABD'nin desteği sadece sözde kaldı
ABD'nin Kürt politikası açısından esas ilgi odağını o dönemde Irak'ta yaşayan Kürtler oluştursa da 1970 başlarına kadar ABD, Kürtlere sözlü desteğini iletmekle birlikte hiçbir fiili yardımda bulunmamıştı. Ancak 1958'de SSCB'ye yakın olan Abdülkerim Kasım'ın darbeyle başa gelmesi üzerine Molla Mustafa Barzani sürgünden döner. Barzani ailesi ile Kasım arasında Kürtlerin hak talepleri konusunda görüşmeler yapıldı. Görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine 1961'de Kürtler, Molla Mustafa Barzani önderliğinde ayaklanma başlattı. Bu ayaklanmalar sırasında Barzani, ABD'den yardım talep ettiyse de bu talep karşılıksız kaldı.
1968'de Baas Partisi'nin iktidara gelmesi ve ardından 1972'de SSCB ile "Dostluk ve İşbirliği Anlaşması" imzalaması, ABD'nin Kürtlerle ilişkilerini doğrudan geliştirmesine sebep oldu. Irak'a karşı SSCB desteğiyle ayakta kalabilen Molla Mustafa Barzani ise bu desteği yitirince ABD'yi doğal müttefik olarak gördü.
ABD, 1974 ayaklanmasında Kürtleri bölge ülkelerine feda etti
Kürtler, 1974'te Saddam liderliğindeki Baas rejimine karşı tekrar büyük bir ayaklanma başlattı. Fakat 1975'te İran ve Irak arasında sınır sorunlarının barışçı yollardan çözümünü, Irak aleyhine bazı sınır düzenlemelerini ve İran'ın Kürtlere desteğini kesmesini öngören Cezayir Protokolü'nün imzalanmasıyla birlikte ABD, Kürtlere verdiği yardımı kesti ve ayaklanma on binlerce insanın katledilmesiyle bastırıldı.
Yaşanan olayların ardından ABD'ye tepki gösteren Barzani, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger'e yazdığı mektupta, "ABD'nin Kürtlere karşı ahlaki ve siyasi bir sorumluluğu olduğunu" hatırlatırken, Kissinger da ona "Gizli servis operasyonlarının bir hayır işi olmadığı" cevabını verdi.
Nitekim Kissinger şöyle diyor: "Bizim düşüncemizi sormadan ve kendi çıkarları doğrultusunda İran şahı Irak ile anlaşmaya vardı. Bizim de İran olmaksızın Kürtlere yardım etme imkânımız yoktu. Kürtlere yardım etmek için başka hiçbir yol da yoktu. Kürtlerin hatırı için İran'ın kalbini kırmak da gerekmiyordu. Bundan dolayı da Kürt hareketi son buldu." (Henry Kissinger, age, sayfa 22-23)
Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin geri çekilmesiyle başarısızlığa mahkûm olurken, hastalığını tedavi ettirmek üzere İran'a, oradan da ABD'ye giden Barzani, 1977'de başkan seçilen J. Carter'a yazdığı iki mektupta, bir yandan eski yönetime ilişkin sitem ve hayal kırıklıklarını, diğer yandan yeni yönetimden beklentilerini dile getirmeye devam ediyordu. Kürt halkının bir özerklik hayali olduğunu, ABD'nin bu konuda kendilerine söz verdiğini fakat önceki yönetimin Kürtleri feda ettiğini belirten Barzani, şimdi yeni yönetimin bu sözü tutacağından emin olduğunu, bundan sonra ABD'nin insan hakları öncelikli dış politikasının Irak Kürtleri için de geçerli olması gerektiğini söylüyordu.
Ama Barzani'nin çabaları boşunaydı çünkü yeni yönetim Kürt dosyasını çoktan kapatmıştı. Barzani ise bu sitemkâr duygular içinde 1979'da ABD'de hayatını kaybetti. ABD ise bir süreliğine Kürtleri unutacaktı.
ABD, Halepçe katliamında Saddam'a destek verdi
Irak'ın 1980-1988 arasında İran'la savaşması, ABD'nin Kürtlerden uzak durması için yeterli bir nedendi. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam'ın başlattığı Enfal Operasyonu kapsamında, özellikle Halepçe katliamında, bombalar ve kimyasal gazlarla vahşice katledildi. Savaş boyunca Saddam'ı destekleyen ABD ise bu dram karşısında sessiz kalmayı tercih etti. Çünkü ABD için Kürtler Irak'ta artan Sovyet nüfuzunu kırmanın bir aracıydı ve eğer Irak yeniden Batı'ya angaje edilirse Kürtler gözden çıkartılabilirdi.
ABD 1990'da binlerce kişinin ölümüne göz yumdu
1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle başlayan süreçte ABD, nihayet Kürtleri yeniden hatırlayıverdi. ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak müdahalesi sırasında ABD'nin olumlu bakmasıyla Iraklı Kürtler, yıllardır haklarını gasbeden Baas rejimine karşı tekrar ayaklandı. Fakat ABD'nin başta çeşitli seviyelerde ima ettiği destek bir türlü gelmiyordu. Zira özellikle Türkiye'nin parçalanacak bir Irak'tan duyduğu korku ve bu konudaki diplomatik baskısı, ABD hükumetinin Kürtlerin bağımsızlıklarını ilan edişleri ile sonuçlanabilecek isyanlara destek olma konusunda geri adım atmasına ve Saddam'ın ayaklanmalara verdiği yanıt esnasında on binlerce kişinin ölümüne göz yummasına yetti.
ABD'nin bu geri adımı ile bölgedeki bir diktatöre karşı başlayan ayaklanmalar, aniden son 50 yılın en büyük göçüne dönüşüyordu. Sadece mart ve nisan aylarında iki milyona yakın Kürt, bir anda hayatının bir parçası olan savaşın yıkıntıları arasında Irak'ın kuzey sınır komşuları olan Türkiye ve İran'a doğru kaçmaya başladı.
Göç esnasında büyük çoğunluğunu çocukların oluşturduğu binlerce kişi gerek hava koşulları, açlık, susuzluk ve göçün sebep olduğu sağlık problemleri, gerekse ordu helikopterlerinin zaman zaman sivil kalabalığa ateş açması sonucunda hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler verileri üzerinden yapılan tahminlere göre, 1991 yılının bir bölümünde günde yaklaşık 2 bin Kürt hayatını kaybediyordu.
Ortaya çıkan göçmen krizi nedeniyle BM'de alınan bir karar gereği ABD, 36'ncı paralelin kuzeyini yani Irak Kürdistan'ını uçuşa yasak bölge haline getirdi, çekiç güç kuruldu. Kürtler, Saddam'la yaptıkları pazarlıklardan istediklerini alamayınca 1992'de seçim yaparak bir parlamento oluşturdu. Fakat ABD bu siyasi birimin bağımsız bir devlet olmasını değil, bölgesel politikasında bir araç olmasını istiyordu.
Yıllarca savaşan Barzani ve Talabani'yi barıştırmak amacıyla 1998'de bunları Washington'da bir araya getiren ABD, bundan sonra Iraklı Kürt liderlerle sık sık görüşmeye başladı.
ABD, bağımsız Kürdistan için yapılan referandumda yine şaşırtmadı
2011'de Barack Obama'nın yeni dış politika anlayışı gereği ABD'nin apar topar Irak'tan çekilmesi ve ondan doğan boşluğu gittikçe İran'ın doldurması, Bağdat'ın Erbil'e karşı elini güçlendirdi. Obama başkanlığındaki ABD, Irak Kürtlerine vefa borcunu fazlasıyla ödediğini ve daha fazla ileri gitmenin doğru olmayacağını düşünüyor gibi görünüyordu. Bu nedenle Barzani, ABD'den uzaklaşmaya ve doğal olarak da Türkiye'ye yaklaşmaya başladı. Hatta bu ilişki o kadar ileri boyuta taşındı ki Irak Kürdistan'ı bölgesinden çıkan petrolün Türkiye üzerinden dünya piyasalarına pazarlanması bile söz konusuydu. Kürtlerin kendi kontrolünden çıktığını gören ABD, bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı, özellikle bölgede Kürtlerin geleceğini ilgilendiren konularda desteğini çekmesiyle gösterdi. Nitekim ABD'nin bu tutumu, 25 Eylül 2017 tarihinde Irak'ta yaşayan Kürtlerin bağımsızlığı için yapılan referandum ile daha da netleşti. Referanduma bölge ülkeleri büyük tepki gösterirken ABD, daha önceleri olduğu gibi yine Kürtleri yalnız bıraktı. ABD'nin yeşil ışık yakmasıyla Irak ordusu Kerkük'ün yanı sıra Barzani'nin elindeki birçok yeri, özellikle de petrol bölgelerini ele geçirdi.
ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson o günlerde şunları söylemişti: "ABD, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin pazartesi günü düzenlediği tek taraflı referandumunu tanımamaktadır. Kullanılan oyların ve sonucun meşruiyeti yoktur. Birleşik, federal, demokratik ve müreffeh Irak'ı desteklemeye devam edeceğiz."
Bölge ülkeleri uyguladıkları yanlış politikalar sonucu Kürtleri emperyalist güçlerin insafına terk ederken, Kürtler, özellikle de seküler Kürtler her seferinde aynı sonuçla karşılaşıp hayal kırıklığına uğruyor. (Osman Gülebak - İLKHA)