İSTANBUL - (AA) Bugün dünyaya hâkim ruh halini anlatmak için kullanacağımız kavramlara bir yenisini ekleyebiliriz: “Trump fatigue”, yani “Trump yorgunluğu içinde olmak”. Gerçekten de gün geçmiyor ki ABD açısından 1960-1970`lerin mücadelelerinde ya da Guantanamo faciası sonrası günah çıkartmalarla aşıldığını düşündüğümüz ırksal/renksel/dilsel/dinsel ayrımları canlı canlı önümüze seren ABD başkanının bile isteye kırdığı bir potunu okumayalım ya da duymayalım. Daha o pot düzeltilmeden, o potu rasyonelleştiren bir sosyal medya mesajı daha Trump tarafından atılıyor. O mesajı binlerce protesto ve (daha az görünür olan ama sayıca hiç de az olmayan) destek mesajları izliyor. Trump`ın başkanlığının ilk yılı dolarken ABD, üzerinde oturduğu ilkelerin ve temellerin gerçek anlamı konusunda ikiye bölünmüş durumda. Bu bölünmedeki “direniş cephesi” için üzücü bir haber olacak ama Trump kısa süre önce ilan ettiği Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi`nde (NSS-2017), ABD kurucu babalarının mirasçısı olma misyonunu üzerine aldı ve bu misyonu tüm felsefi ve romantik yönlerinden sıyırdı. Karşımızda, “doların yeşili”nin güçlenerek ve tüm dünyanın hayat damarlarından çekilerek ABD`nin kasalarına, “ABD vatandaşı olma ayrıcalığına sahip olmuşların” daha da çok tüketmesi için ayrıcalıklı hanelerinin kasalarına akıtılması gerektiğini düşünen, nasıl “milyarder-CEO” olunur bilen bir ekip ve onların başkanı var.
Liberal ekonomi-politiğin analarından Susan Strange, bu “ultra-liberal” ama özgürlükçü olmayan, “ultra-süper-kapitalist” ama gerçek anlamda rekabetçi olmayan bu çelik kadar soğuk ekonomik realizmi görse ne derdi? Vietnam hezimeti sonrasında ABD`nin hâlâ neden “büyük” olduğunu yazarken Strange, ABD`nin yapıya içkin gücüne oturan ve tabii ABD kaynaklarıyla beslenen, ama dünyanın üretici gücünü Amerikan düzeninin yapısal unsurları içine çeken bir açıklık üzerinden, Amerika`yı “yeni Roma” ilan etmişti. Bugün ise ABD düzeninin kapısını (neden ABD`ye gelmek isteyeceklerini bilemediğimiz) bir avuç Norveçli dışında herkese kapatmaktan bahseden ve Atlantik`ten Pasifik`e kadar ticaret anlaşmalarından tek tek çekilerek kendini dünyanın üretici güçlerinden yalnızlaştıran bir yönetim söz konusu. İşin ironik yanı, The Economist`in de altını çizdiği üzere, bu ticari-iktisadi politikaların şimdilik Amerikan ekonomisi lehine çalışması. Bu nedenle Trump ve ekibi hâlâ “Make America Great Again” (Amerika`yı yeniden büyük yap) sloganının arkasına sığınıyorlar. Ve sığındıkları yerden de ABD`nin kendini “Pax-Americana” olarak konumlandırdığı, yumuşak gücü üzerinden de buna inananlar/inanmak isteyenler bulduğu günlerin hayalini kuran Amerika içi direniş cephesi ile savaşı sürdürüyorlar.
Aslında dünya ve Amerika biraz da bu savaşın ulaştığı merhale yüzünden Trump yorgunu. Yazılarımızda “Amerika`nın Amerika ile savaşı” olarak adlandırdığımız bu mücadele, aslında Trump ve ekibinin Rusya`nın Amerikan seçimlerine müdahalesine izin vermesi ve ulusal güvenlik sırlarını Moskova ile paylaşması gibi oldukça ciddi iddialarla başladı ve Beyaz Saray`da önemli “kafaların alınmasına”, Trump ailesinin köşeye sıkıştırılmasına, başkanın yetkilerinin Kongre`de sorgulanmasına neden oldu. Bu mücadele henüz bitmiş değil ve Trump`ın vereceği emirlere uymayacağını söyleyen bürokratlar, ABD başkanının telefon ya da tweet-diplomasisi kullanarak ilan ettiği politikaları yalanlamakta birbirleriyle yarışıyorlar. Bu nedenle Amerika'nın ne yapacağını anlamaya çalışanlar, Beyaz Saray`dan, Pentagon`dan, Dış İşleri Bakanlığı`ndan ne açıklamalar yapıldığını ardı ardına dinleyip, kimin kimi yalanladığını tespit ettikten sonra, dönüp Trump`ın tweetlerine bakıyor, başkanın tüm açıklamalardan sonra kimi kovup kiminle devam ettiğini öğreniyorlar. Tüm yıl şahit olduğumuz bu mücadele bugün artık Beyaz Saray bürokrasisinin sabık, devam eden ve müstakbel üyelerinin fizik, akıl ve ruh sağlığı haberlerinin karşılıklı olarak açıklandığı, bunama testlerinin (örneğin ABD başkanının 5`e kadar sayabildiği ve hangi günde olduğumuzu söyleyebildiği!) duyurulduğu seviyeye kadar inmiş durumda. Kısaca Washington DC`de hâkim olan bürokratik kaos ve bürokratik güvensizlik, ABD`nin politikalarının hâlâ belirsizlik dumanıyla kaplanmasına neden oluyor. Oysa Amerika`nın Amerika ile mücadelesi bâki, başkanın sonu belirsiz, ama iktidara yeni gelen Trump`ın uyguladığı güvenlik politikalarıyla bugün karşı karşıya kaldığımız Trump yönetiminin politikaları arasındaki temel fark, belirsizlik stratejisinin saldırganlık lehine bozulması.
STRATEJİK BELİRSİZLİKTEN SALDIRGANLIĞA
Aslında Trump`ın iktidarının ilk günlerinde, belirsizlikle saldırganlığın iç içe geçeceğinin ipuçlarını veren gelişmeler yaşanmıştı. O günlerde Trump yaptığı televizyon röportajında ülkenin adını yanlış da söylese ABD, Suriye rejiminin İdlib`de kimyasal silah kullanması üzerine, rejimin hava üstlerini Tomahawk füzeleriyle vurmuştu. Suriye`de verilen mesajın alıcıları Tahran ve Moskova`ydı; Trump, ABD`nin askeri-ekonomik saldırı gücünün var olduğunu İran ve Rusya`ya gösteriyordu. ABD Suriye üzerinden Tahran ve Moskova`ya, saldırı gücünü cezalandırma pratiği üzerinden boşuna göstermiyordu. Amaç Ortadoğu`da boşluktan faydalanarak etki alanı genişletmiş bu aktörleri, artık aynı şekilde davranamayacakları konusunda uyarmaktı. ABD`nin İran ve Moskova`yı neredeyse Reaganist politikalarla Ortadoğu`daki varlık alanlarından sökme isteğinin sadece jeopolitik hassasiyetten kaynaklanmadığı, ABD`nin caydırıcılıktan fazlasını hedeflediğini düşünmemiz için ise 2017 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi`nin açıklanmasını beklememiz gerekecekti.
O dönem yapılan yorumlar, ABD`nin hedefinin caydırıcılık olduğunu, caydırıcılığın ise ABD tarafından saldırganlıktan çok belirsizlik üzerinden sağlanmaya çalışılacağını söylüyordu. Temel mantığına katıldığımız bu yorumlar, elbette ve haklı olarak ABD`nin caydırıcılığının güçlendirilmesi ihtiyacı hissettiği gerçeğinin gözlemlenmesine dayanıyordu. Bilindiği gibi ABD, Obama döneminde mevcut gücünün üstünlüğüne ve bu üstünlüğe güvenerek kullandığı denizaşırı güç kullanma araçlarının kısmî başarısına rağmen, 2017`nin sonunda Trump tarafından açıkça rakip olarak adlandırılacak güçlerin, yani Rusya ve Çin`in meydan okumalarından kurtulamamıştı. Bu meydan okumalar, stratejik seviyenin altında sınırlı araçlarla gerçekleştirilen ve alan kontrolünün ABD ve müttefikleri aleyhine bozulmasına neden olacak sonuçlar doğuran sınırlı bir saldırganlık içeriyordu. Literatürde A2/AD olarak nitelendirilen alan kontrolü/alanı rakibe kapatma kapasitelerinin bir süredir Rusya ve Çin tarafından elde edildiği malumdu. Ama bu dönemde Ukrayna savaşında, Rusya`nın Suriye müdahalesinde ya da Çin`in anakarayla Japonya arasında yapay adalar inşa etme stratejisinde görüldüğü gibi, rakipler nükleer denizaltı, uçak gemisi vb. pahalı savunma yatırımlarına başvurmadan dahi, çeşitli işbirlikleri ve konvansiyonel (hatta taktik) güçlerle avantaj elde edebiliyorlardı.
Kısaca ABD`nin vekiller ve müttefikler üzerinden statükoyu koruma maliyetini düşürme stratejisi boş boş izlenmemiş, rakipler de kısmen ucuz stratejilerle, statükoyu tam sarsmadan avantaj elde etme yolunu bulmuşlardı. Trump ve ekibi, Obama`yı gafil avlayan bu yeni rekabet biçimini caydırmak istiyor, bunu sağlamanın bir yolu olarak da bu tür rekabeti ceza tehdidi üzerinden daha maliyetli hale getiriyorlardı. Cezanın hangi biçimde geleceği (askeri, ekonomik, siyasi, diplomatik, hukuki vb), hangi şiddetle geleceği (52 Tomahawk mı, bombaların anası mı, menşei belirsiz İHA/SİHA saldırıları mı, yoksa ülkenin iç huzurunu hedef alan gruplara verilen destek mi) ve kimin eliyle geleceği (bizzat ABD mi yoksa kullandığı taşeron/peyk/vekil aktörler aracılığıyla mı) özellikle belirsiz bırakılıyordu ki maliyet, A2/AD veya oyun bozucu kabiliyetler geliştirmeye çalışan devletlerin stratejik aklında da, bu aktörlerin kamuoyunun zihninde de tecrübe ve hayal gücüyle katlanarak artsın, tam olarak caydırıcı bir işleve sahip olsun. Zaten meşhur Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi`nin önemli bir kısmı da “her derde deva mucizevi bir ilaç” olarak görülen bu cezalandırma stratejisine (ABD`nin üstün askeri gücüyle nasıl vurucu olabileceği ve ABD`nin üstün ekonomik gücüyle yaptırımlarının ne kadar korkutucu olabileceğine) ayrıldı. Henüz korkmayanlar varsa, önümüzdeki günlerde yayınlanması planlanan Nuclear Posture Review`da (NPR) ABD`nin “nükleer ilk vuruş hakkını” yeniden gündeme getirmeyi ve nükleer silahı kullanılır hale getirerek caydırıcılığını güçlendirmeyi düşündüğünü de ekleyelim.
Ancak Trump`ın Kudüs kararından sonra ortaya çıkan manzara gösterdi ki cezalandırma stratejisi (hatta Trump`ın nobran bir kibirle açıkladığı kurumlara ve ülkelere mali yardımı durdurma tehdidiyle birleştikten sonra dahi) ABD tüm “üstün askeri ve ekonomik gücüne” rağmen herkesi korkutamıyor. Hatta kimi zaman bazı ada devletleri dışında kimseyi korkutamıyor. Öyleyse Trump dönemine damga vuracağı görülen NSS-2017`nin stratejik kalbi, cezalandırma tehdidi aracılığıyla caydırma, her zaman işlemeyebilir ve tıpkı Kudüs kararının önce İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) sonra BM Genel Kurulu`ndan dönmesi gibi, uluslararası politikada aktörler uygun ve meşru zemini yakaladıklarında, tehdit aracılığıyla caydırıcılığın işlemediğini göstermeyi özellikle tercih edebilirler. Bu durumda ABD`nin saldırganlığını tehditten somut gerçekliğe ne kadar çevirebileceği, yani cezalandırmayı gerçek anlamda ve doğrudan askeri bir saldırganlığa ne kadar dönüştürebileceği konusu açıklık kazanmış değil. Açıkçası, cezaya dayalı caydırıcılığın oturduğu bu bam teli stratejik belirsizlikten beslenmiyor, tam tersine belirsizlikten yara alıyor. Ancak Trump ve ekibinin bu belirsizliği Bush-vari politikalarla netleştirmesi, NSS-2017`de hedef olarak gösterilen İran ve Kuzey Kore`nin askeri ve asimetrik kabiliyetleri düşünülünce ne kolay ne de maliyetsiz.