ESLEM ENGİNDAĞ / DOĞRUHABER

Ey mazlum KUDÜS!

Arzın ihanet, arşın şehadet kokuyorken

Nasıl nefes alayım?

Şeytanlar meleklere savaş açmış,

Kan saçıyorken nasıl rahat yol ve

Yaş alayım?

Susma KUDÜS'ÜM!

Zira sesin zalimlerin ödünü koparırken, Sessizliğin müminlerin kalbini yaralıyor.

Mazlumiyetine sabitlendi gözlerim, vefasız ümmete ve nefsime dargın yüreğim.

Meydanlar çare olmayanlarla dolarken, Çare olacaklar sağa sola bakınmakta,

Kıymetli canlarını hayli sakınmakta. Bütün çareler korkaklığın içinde mahpus,

Belli ki umutlar yeni neslin doğuşuna kalmış. Vicdan sesini bastırmak için konuşanlar, arpa boyu yol alamamış.

Terk etti secdeleri, mazlumu hatırlamadan edilen dualar..

Alakasız mekânlar da O'nun için yürünürken, İsra da bıraktı KUDÜS peygamber kokan mukaddesatını...

İrili ufaklı, ayrı gayrı şovlar yapılırken, Fehmedilemedi birleşmenin gücü.

KUDÜS'ÜN yaralarını daha fazla kanattı ümmetin birbirinden bağımsız oluşu..

Zalimi unutup birbirine düşman olmaları, Rablerinin tokadını göremeyecek düzeyde gaflete düşürmüştü.

İdrak edilemedi sımsıkı sarılmanın ehemmiyeti.. Kenetlenmeleriyle arzın nasıl silkeleneceği..

Zulüm saçan pislik güruhların yok olacağı..

Ve Kudüs; kardeşliğin sırrını göğsünde taşıyorken,

Onun manevi ruhunu unutup, Sadece maddi varlığı düşünüldü gayretsiz ve eylemsiz kupkuru söylemlerle.

Herkes kirlerinden dinlerin kutsalları üzerinden arınmaya çalışırken,

Quds'e vurulan her darbe, Derinden feryat ediyordu

Rabbinize yönelerek birleşin diye..

Kimse yeterince duymuyor, Görmüyor hissetmiyor idi.

Masumiyetin zulümatla bir asra yakındır cebelleştiğini..

Görmek için her şey somut mu olmalıydı?

Duymak için illa ses mi gerekliydi? 

Zalimin sahip olma arzusu ayyuka çıkınca, gözler kısa süreyle biraz açıldı 

Sesler az çok yükselebildi.

Ancak zalim biliyordu, Üç beş gün sonra gerisin geri oturacaklarını...

Söz ile fiilin bağımsız gezindiğini. Ayağa kalkıp kıyam etmeyi beceremeyeceklerini.

Liderlerin taht, halkların can ve mal korkusuyla, kardeşliğe vefayı çabucak unutup eski hallerine döneceklerini..

Ondandır zalimin bu denli ahkâm kesişi, Keyifle karıştırıp uzaktan zevkle seyredişi.

Ve uşaklık eden özünü kaybetmiş satılık liderlerini, çıkarlarından tasmalayıp onursuz duruşları için yerli yersiz onore edişi.. (!)

O gevşek tavırları bizden kaynaklıydı.

Müslümanın pasifize edilişi, birbiriyle uğraşmaktan onlara fırsat ve güç bulamayacaklarını bildikleri için değil miydi?

Bilselerdi Müslümanın kalkıp yürüyeceğini, Hakkını söke söke koparacağını cesaret edebilirler miydi?

Aslında zalimi suçlamakla oyalanmayı bıraktığımız, kendimize baktığımız gün kazanacaktık (kazanacağız).

Nitekim onun görevi zulmü icra etmek, bizimki de bertaraf etmek olmalıydı. Kendimizi düzelttiğimiz oranda başarı elde edilebilir ancak. Şeytan niye yoldan çıkarıyor, zalim niçin zulmediyor diye yakınmak yerine biz ne yaptık, niçin susuyoruz?

İşte tam da o sebeple düşüyoruz demeli ve hak edene hakkını teslim etmeliydik. Olanı idrakten dahi aciz olan bizler karşı taraf görevini yaptığı için suçladık.

Ama susarak suçladık, oturarak suçladık, rahat ve sefadan taviz vermeden sadece kuru kuru suçladık.

Emek emek fitne ören zalimi eleştirirken, Tersine gidişatımızı göremedik.

Önümüze serdikleri dünyevi zevklere dalmaktan kendimizi alamıyor, niye bu denli güçlü ve zenginler
demekten de geri durmuyorduk.

Onlar zulüm yapmamalı bizde savunmak zorunda kalmamalıydık mantığını güdecek kadar kendi rahatımıza düşkün bir hale gelmiştik.

Sonra iki mitingle gövde gösterisi yapınca, zafer kazanmış kumandan edasıyla oturur hayatımıza kaldığımız yerden usulca devam ederiz.

Zaten daha fazla ne yapılabilirdi ki?

Mazluma omuz vermek illa ki silah kuşanıp, yollara düşmekle mi olmalıydı?.. Ebû Bekir ve Hatice misali mülkümüzü hibe edemezdik ya!

Klasik bahane; sonuçta onlar sahabe idi onlar için yapmak kolaydı değil mi?

Ama yeri gelince mangalda kül bırakmayan, küçük dağların sahibi olsak da şimdi durum başka idi.

Hakikaten biz kimdik ki? Ne sahabe ne savaşçı idik... Çok şey bekleniyordu bizden.

Oysa el ve dilimizden geleni yapıyorduk ama neden hala bu haldeler anlam veremiyorduk.

Sahi ebabiller böyle zamanlarda gelmiyor muydu?

Ya da kurtarıcı Selahaddinler çıkmıyor muydu?

Tabi ya biz maksimum dualara iltica edebilirdik, güçlü kurtarıcılar onlar olmalıydı.

Bazen de tenkitler yön değiştirir, (haşa) Yücelerden inayet niçin hâlâ vuku bulmuyordu.

Öyle ya gündem böyle olunca rahat huzur kalmıyordu.

Yanlış anladığımız en önemli unsur ise kutsallarımızı savunmak sadece kardeşlerimizin yapması gereken bir görevmiş gibi kendimizi muaf tutmamız.

Oysa aynı dine mensup olmanın verdiği sorumlulukla, aynı değerlerin koruyucusu olmalıydık omuz omuza.. Ve böylece zulüm bertaraf olur, huzuru hak eder manen mutlu ve mutmain olurduk hep birlikte..

Unuttuk veya yapmadık diye değerlerimizin ehemi düşmüyordu, Sadece biz sahip olamadığımız için kendi değerimizden düşürüyorduk.

Aidiyet faydasız ve yanlışa olduğu sürece kaybetmeye mahkûmduk. Ama otursak da sahip çıkmasak da yine de mağlup olanlar bizler değil, Yürüme çalışma ve birlik olma konusunda başarılı olsa da zalimler olmalıydı.

Mazlum din kardeşim itaatinin yanı sıra cihad etmek zorunda kalmış olsa da, Bizde onunla aynı Allah'a inanıyor ve itaatimizi yapmaya gayret gösteriyorduk. Nitekim bundan ötürü bizleri bekleyen hâlâ bir cennet, zalimler için ise hâlâ yaşayan bir cehennem vardı.. Öyle ya belki de en büyük kaybetme nedenimiz bu kendini beğenmiş tavırlarımız ve hiç bitmeyen rehavet haletimiz..

Hâlbuki bu kadar aciz olmayabilir ataleti terk ederek hakk yolunda irade gösterebilirdik.

Herkes nefsinin zaaflarını dizebilir ve dönüp dönüp okuyarak kendini görebilirdi. Hüsrana uğrayacak kadar, her şeyi bu denli zorlaştıracak ne vardı be gaflete bürünmüş kardeşim ve aciz nefsim?