İSTANBUL - (AA) Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın 5 Ocak`ta Fransa`ya yaptığı günübirlik ziyaret, iki ülke arasındaki beş yüzyıllık inişli çıkışlı tarihi ilişkilere yeni bir halka ekledi. Gerek iki devlet başkanının baş başa ve heyetler halindeki görüşmelerinin ardından düzenlenen ortak basın toplantısından, gerek iki ülkenin medyasından kamuoylarına yansıyan haberler, Fransa ve Türkiye arasında birçok konuda mevcut derin görüş ayrılıklarına karşın bu ziyaretin ikili ilişkilere katkısı bakımından olumlu geçtiğini ortaya koyuyor. Ortak basın toplantısının hemen ardından Agence France Press`in (AFP) geçtiği “Macron AB`ye giriş kapısını Türkiye`ye kapalı tuttu” başlıklı haber, birçok gazete ve web sitesine yansıdı. Bunlar arasında Erdoğan`ın "Turquie et France, une longue amitié" (Türkiye ve Fransa, eski bir dostluk) başlıklı yazısını ziyaretten bir gün önce “Tribune” köşesinde yayımlamış olan Le Figaro da vardı. Türkiye`den bakıldığında olumsuz algılanan AB üyeliğimizin önüne set çekilmesinin manşetten vurgulanması, kabul etmek gerekir ki Fransız kamuoyunun genelinin ve özellikle bu konuda Macron`u sıkıştıran sol kesimle insan hakları savunucularının beklentilerini karşılıyordu.
TÜRKİYE'YE YÖNELİK ELEŞTİRİLERDE ÇİFTE STANDART
Aslında AB kapısının kapalı tutulmasının gerekçesini Ankara`nın özellikle 15 Temmuz`dan sonra siyasi ölçütleri karşılamadığı görüşü oluşturuyor. Macron`un basın toplantısında sarf ettiği “yakın geçmişteki gelişmelerin Türkiye`nin AB sürecinde hiçbir ilerlemeye izin vermediği” cümlesi, darbe şüphelilerinin olağanüstü hal rejimi altında işten geçici de olsa el çektirilmeleri ve tutuklu yargılanmalarını insan hakları ihlali olarak gördüğünü kamufle eden bir formül. Birçok gazete bu ziyareti aktarırken şu kadar memur, gazeteci ve öğretim üyesine yönelik geniş tasfiyeden (purge) söz ederek, Türkiye`nin darbe girişiminden sonra Kopenhag siyasi ölçütlerini karşılamadığı görüşünü destekliyor. Sosyal demokrat eğilimli Le Nouvel Observateur dergisinin konuyla ilgili haber analizinde görüşüne başvurulan AB Komisyonu`nun Ankara`daki eski daimi temsilcisi Marc Pierini son derece acımasız bir değer yargısında bulunuyor: “Erdoğan AB üyelik sürecini canlandırmak istemiyor. Biçimlendirdiği Türkiye, 5-6 yıl öncekine ve AB`nin temsil ettiğine benzemiyor." O yıllardan bugüne kadar Türkiye`de demokrasiye, arkasında müttefiklerinin olduğu 15 Temmuz kalkışması dâhil hiçbir saldırı olmamış gibi. Pierini için bu durumun tek sorumlusu var, o da Erdoğan: “Türkiye`de hukuk devleti parçalanıyor ve bu baş döndürücü düşüşü durduracak olan Emmanuel Macron değil. Hukuk devletinin parçalanması ve milliyetçi diskur, Erdoğan`ın siyaseten var olması için şart.”
Le Nouvel Observateur`ün “Erdoğan ve Macron neden birbirlerine ihtiyaç duyuyor?” başlıklı söz konusu haber analizinde, Türkiye`nin üyelik müzakerelerinin darbe girişimi ve Avrupa`nın “otoriter sapma” (dérive autoritaire) olarak nitelediği 16 Nisan referandumundan bu yana fiilen durduğu vurgulanıyor. Bu bağlamda Türk yetkililerin Avrupa`yı darbe girişimine geç ve soğuk tepkisinden ve PKK`ya ve darbeyi organize etmekle suçlanan “Gülencilere” örtülü desteğinden ötürü eleştirdiğine değiniliyor ama eleştirilerin ne anlama geldiği açılmıyor. Darbeye isteksiz tepkinin ve darbe şüphelilerine desteğin demokrasiyle bağdaşmadığına ilişkin tek bir satır bile yok. Analizde buna karşılık ziyaretinin, PKK`nın Paris caddelerinde düzenlediği büyük gösteriden bir gün sonra gerçekleşmesinin Erdoğan`ın eline Fransa`nın terör örgütü listesindeki PKK`ya gösteri izni vererek çifte standart uyguladığını vurgulama fırsatı verdiğine dikkat çekiliyor.
ÜYELİK DEĞİL AB İLE ORTAKLIK
Le Nouvel Observateur söz konusu analizinde, Erdoğan`ın bu ziyaretle öncelikle yukarıdaki nedenlerle soğuyan Türkiye-Avrupa ilişkilerini ekonomik alanda canlandırmayı amaçladığını ve ilk planda Gümrük Birliği`ni güncellemeyi hedeflediğini vurguluyor. Bu, elbette doğru bir tespit. Analizde de altı çizildiği gibi, AB halen Türkiye`nin en büyük ticari ortağı konumunda. Gümrük Birliği`nin AB-ABD arasındaki Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığını (TTIP) kapsayacak şekilde genişletilmesi de önem taşıyor kuşkusuz. Emmanuel Macron sonuç itibarıyla Türkiye ile ilişkileri AB üyeliği değil işbirliği ve ortaklık çerçevesinde öngörmek gerektiğini söyledi. Önemli olanın Türkiye`nin ve halkının Avrupa`ya bağlı kalmasını sağlamak olduğunu vurguladı. Bu arada AB tarafının da Türkiye`ye mümkün olmayanı mümkün göstererek iki yüzlü davrandığını itiraf etti. Bu önerinin Sarkozy-Merkel ortaklığı zamanında dile getirilmiş olan “imtiyazlı ortaklık” projesinden pek farkı yok belki ama AB`nin “kriterleri yerine getiren üye olur” ilkesini çeşitli bahanelerle bir yana bıraktığı bugünkü konjonktürde realiteye uygun görünüyor ne yazık ki.
Aslında bir önceki bölümde vurgulanan Türkiye`nin hukuk devletinden uzaklaştığı eleştirilerinin, AB`nin ilkelerini bir tarafa bıraktığını gizlemeyi sağlayan bir bahane olduğunu da söylemek mümkün. Nitekim birçok gazete gibi, Le Monde da Marc Semo`nun imzasıyla yayımladığı “Macron Erdoğan`ın yüzüne karşı Türkiye`nin AB üyeliği yerine ortaklık önerdi” başlıklı analizinde “AB liderlerinin birçoğunun darbe girişimini izleyen otoriter sapmasından sonra Türkiye`nin yakın gelecekte üye olacağına artık inanmadığını” yazıyor. Burada “otoriter sapma” terimiyle kastedilen cumhurbaşkanlığı hükümet modeli. Oysa biz bunu Le Monde dâhil birçok medyada darbe girişiminden önce cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası (2014) sırasında okumaya başlamıştık.
BÖLGEYE YÖNELİK SİYASİ İŞBİRLİĞİ
Le Nouvel Observateur'ün yukarıda atıf yapılan haber analizi, Macron`u Erdoğan`la iş birliği yapmaya yönelten iki neden bulunduğuna dikkat çekiyor: Terörle mücadele ve AB'nin dolayısıyla Fransa`nın mülteci akımına karşı korunması. Kabul etmek gerekir ki “Fransa`da meydana gelen terör olayları” da Avrupa`ya yönelik mülteci akını da Suriye`deki iç savaşın sonuçları. Dolayısıyla Fransa`nın ulusal çıkarları, Suriye başta olmak üzere bölgenin barış ve istikrarının korunması noktasında Türkiye`ninkilerle örtüşüyor. Bu itibarla, devlet televizyonu France 2`de yayınlanan “Envoyé Spécial” haber programının muhabiri Laurent Richard`ın Erdoğan tarafından “FETÖ ağzıyla konuşmakla” suçlanmasına yol açan Türkiye`nin DEAŞ'a silah yardımı yaptığına ve esir alınan Musul Başkonsolosluğu personeline karşılık elindeki birkaç militanını serbest bıraktığına ilişkin iddialara dayalı saçma bir soru yöneltmesi, Macron`u da rahatsız etti. Basın toplantısında Türkiye`nin Suriye ile uzun bir sınıra sahip olduğuna ve bu ülkenin toprak bütünlüğüne kendi güvenliği açısından önem atfettiğini anlatmaya çalıştı.
Le Nouvel Observateur‘ün söz konusu analizinde de bu hususa dikkat çekilerek, Erdoğan`ın ziyaretinin Türkiye`nin Ortadoğu`da kendini çevrelenmiş hissettiği ve Gülen`in iadesinin reddedilmesi, PYD`nin desteklenmesi ve Hakan Atilla davası nedeniyle Washington`la ilişkilerinin bozuk olduğu bir döneme denk geldiğinin altı çiziliyor. Bu bağlamda Türkiye`nin ABD`ye karşı Batı`da bir denge unsuru olarak Brüksel`le ilişkileri canlandırmak istemesinin doğal olduğuna ve Brüksel`e giden yolun da Elysée Sarayı`ndan geçtiğine dikkat çekiliyor. Analizde, Türkiye`nin benzer gerekçelerle AB ve özelde Fransa ile başta EUROSAM projesi olmak üzere askeri işbirliğini geliştirilmesinin de Avrupa ile üyelik sürecinin değil ama barışmanın yolunu açabileceğine işaret ediliyor. Bunun için tarafların bu yıl içinde karşılıklı olarak ses tonlarını düşürerek bir modus vivendi (bir nevi geçici anlaşma) bulabileceklerinin altı çiziliyor. Bu da doğru bir tespit kuşkusuz.
Bununla birlikte, Fransa`nın ve Cumhurbaşkanı Macron`un Türkiye`ye bakışının hâlâ sağlıklı olmadığı, ikili ilişkilere ve terörle mücadelede işbirliğine önem atfetmesine karşın, DEAŞ dışındaki unsurlarla mücadelenin gereğini yerine getirmediği ve özellikle darbe şüphelilerinin Erdoğan karşıtlığına dayanan tezlerini savunageldiği görülüyor. Fransız medyasını yakından izleyenler için bu pek de şaşırtıcı değil. O bakımdan beklenen barışma sürecinin Türkiye`yi tatmin etmesi, öncelikle Avrupa ve Fransa`nın darbe şüphelileri ve terör unsurlarına yönelik yaklaşımının değişmesine bağlı bulunuyor. Böyle bir değişikliğin önümüzdeki dönemde olup olmayacağı Fransız medyası üzerinden görülecek.