Platin mavisi döpiyesi vücudunu oldukça sarmıştı. Üzerine gümüş renk olarak tercih ettiği, boynunu sıkan başörtüsüyle ince topuklu ayakkabıları tam bir ahenk içerisindeydi. Sol elinde tuttuğu parlak siyah çantasıyla bileğindeki hasır kordonlu gümüş saatin revnak raksı, görülmeye değer bir tablo oluşturmuştu. Sağ elinin yüzük parmağında ışıldayan tektaş pırlanta, evli bir kadın olduğunu anlatıyordu. Sağ bileğindeki yakut bileziğinse, usta bir tasarımcının elinden çıktığını besbelliydi. Kılık kıyafetiyle gayet uyumlu ve hafif makyajı, güzelliğini ziyadesiyle tamamlamıştı. Manikür sonrası cilaladığı parmakları da jestlerine ekstra doğallık katmıştı. Bu haliyle ne kadar da zarif duruyordu. Menekşe kokusunun hâkim olduğu parfümünü havaya doğru sıkıp iki adım ileri atıldı. Başından aşağı güzel kokular yayılsın istiyordu.
Gözlerini aynadaki aksinden bir türlü alamıyordu. Son olarak göz makyajını tazelemek için koltuklardan birine yöneldiğinde, türban tasarım evinin çalışanlarından Tuğba`nın sesiyle geriye döndü.
“Beyzanur abla, Furkan abi geldi. Bekleme salonuna aldım.”
“Tamam canım, söyle birazdan çıkıyorum.”
“Yalnız çok şık olmuşsun abla. Baştan aşağı göz alıcı ve zarif… Bence bu gecenin en şık kadını sen olursun. Furkan abi gözlerine inanamayacak. Hem kıskanmasın sonra.”
“Ay teşekkür ederim canım ya.”
“Bu arada Furkan abi acele etmesin dedi. Sizi Yetimler Gecesi`ne götürecek araç daha çıkmamış.”
***
Ateş kırmızısı sırt dekolteli tuvaleti ilk denediği an kararını vermişti. Gül Balosu`nda bunu giymeliydi. Gecenin en şık kadını olacağına dair kendine söz vermişti. Tüm bakışlar onun üzerinde toplanmalı, görenleri büyülemeliydi. Dantel yoğunluklu ve yer yer işlemeli bu elbise, onu çok zarif göstermişti. Zarafetiyle baş döndürmeliydi. Sarı uzun saçlarına balyaj yaptırmalı ve hafif bukleler vererek omuzlarından sarkıtmalıydı. El bakımını son zamanlarda ihmal etmişti sanki. Tırnaklarını canlandırmalıydı bir an önce. Aslında şimdilik french işini görürdü. Şöyle yaldızlısından. Evet, evet böylesi daha iyi olurdu.
Takı olarak da kocasının iki yıl önce sevgililer gününde aldığı pırlanta set fena olmazdı hani. Zaten daha hiç kullanmamıştı. Bu sayede kocasının sitemlerinden de kurtulabilirdi. Beğenmediği için takmadığını sanıyordu zira. Oysa onu böylesi özel bir gece için özenle saklayacak kadar çok beğenmişti Sude. Baloya daha bir hafta kalmasına rağmen her detayın bir an önce hallolmasını istiyor; heyecandan gözlerine uyku girmiyordu. Ama emindi bundan, zarafetiyle geceye mührünü basan kadın, o olacaktı…
***
-Özge Hanım, şirketimizin en gözde mimarıdır. Aynı zamanda yurt içinde ve yurt dışında birçok ödül almıştır. Yaptığı çalışmalarda ön plana çıkan zarafet ve ahenk, bizimle çalışan şirket ve kurumları adeta büyülemiş. Bizden başka şirketlere yönelen olmadı daha…
- Teveccühünüz efendim. Aslında bu sadece benim değil hepimizin başarısı. Sonuçta ekip olarak çalışıyoruz.
-Orası öyle, öyle de sizin çizimlerinizle hiçbirimiz boy ölçüşemeyiz. Dizayn ve uyumda göze çarpan estetik bambaşka. Parmaklarınız zarafet dokuyor. Sahi hem zarif hem de sağlam yapılar tasarlamayı nasıl beceriyorsunuz?
-Teşekkür ederim. Doğrusu ben işimi severek yapıyorum. Aşkla çizilen çizikler sanata dönüşüyor. Arzuyla yapılan yapılar da çok zarif ve şık duruyor.
-Tebrik ederim sizi. Bu son başarımızı da bir an önce kutlayalım.
-Tabi efendim, nasıl isterseniz… Bu arada geçen gün size söz ettiğim arkadaşım hala bekliyor. Gerçekten çok başarılı bir mimar… Bize katılması, gücümüzü artıracaktır.
-Ha o mu? Daha önce de belirttiğim gibi şirketimizin kurallarına ters bir durum bu. Yani evli üstelik de çocuklu bir kadınla çalışamayız. Özge Hanım, işlerimizi aksatacak en ufak bir pürüze müsamaha gösterirsek gelişemeyiz. Anlayacağınızı sanıyorum…
-Tabi efendim…
***
Fıtratına zarafet ve incelik kodlanan kadının yaşam sahnesine izdüşümlerinden mini minnacık birkaç kare!
Evet, zarafeti bir günlük, birkaç saatlik hatta bir anlık olanlar var! Zarafetinden kocalarına; helallerine bir nebze yansıtmayanlar… Günü birlik zarafet işleyip okyanuslar ötesinde ünlenmesine rağmen yuva sıcaklığına ‘güzellik` nakşetme derdi ve endişesi gütmeyenler… Dokunuşları yapılar, ahşaplar, kumaşlar, kâğıtlar ve çamurlar üzerinde cezp edici şekiller almasına; zarif billurlara dönüşmesine rağmen sevdiklerinin gönüllerine değemeyenler… Latif sözleri ve dilbaz halleriyle nice iş arkadaşlarını, patronlarını hatta yakın arkadaşlarının kocalarını baştan çıkarmakta mahir; kocalarının göz ve gönlüne hitap etmekte nakıs olanlar… Yakın arkadaşıyla koyu muhabbetler eşliğinde zarif kuleler diker biryandan da kıkırdarken, dört yaşındaki kızına zarif bir hanımefendi olmasını telkin eden; bu bağlamda ondan tebessümünü dahi esirgeyenler…
Düşünüyorum da günümüz dünyasında zarafetiyle göz doldurduğu söylenen ve topluma da öyle lanse edilen kadınların; mankenlerin, artistlerin, şarkıcıların, sanatçıların, iş kadınlarının, yazarların, akademisyenlerin, siyasetçilerin kaçta kaçı bu zarafeti yaşantısının tüm alanlarına yayıyor acaba? Gerçekten merak ediyorum. Gösterdikleri başarıları dışa yönelik olduğu kadar içe de yönelik mi? Zarafetleri dışarıdan göründüğü gibi iç dünyalarında da boy gösteriyor mu? Duruşları el âlemi kıskandırıyor ya hani, en yakınlarının payına ne düşüyor?
Önemsediğimden ya da takdir /tahkir edeceğimden değil; anlamlandırma adına gerekli bulduğum için merak ediyorum. Yüz binlerce kadının gerek magazin eklerinden gerek TV ekranlarından takip edip iç çektiği görüntülerin, aslını yansıtmadığına dair kanaatimi güçlendiren o kadar çok şey var ki! Defalarca boşanma, şiddet, depresyon, intihar, kaba-saba tutumlar; bu gibi kadınların çoğunluğunun hayatının ciddi bir bölümünü kapsıyor. Bu hakikate de aynı sayfalardan ve ekranlardan tanık oluyoruz üstelik. Yine de iç geçirip göz süzen ve kendi gerçeklerinin üstünü kalın çizgilerle örten kadınları, aynı potansiyelin kendilerinde de belki fazlasıyla olduğuna nasıl inandırabileceğimizi bilmek isterdim. Bunu başarmayı da! Hem de çok…
Balolarda kendinden geçen, yediği içtiği kendisine eziyetten başka getiri vermeyen, hemen her anında ‘çekici` görünmek zorunda olan aksi halde gözden düşeceğini bilen, hayır namına tertip edilen gün ve geceleri bile fitne ve fücura dönüştürebilen bir giyimi kuşanan, iffeti elinin tersiyle iten, göz ve gönüllere bir meta olmak suretiyle girme telaşında, patronlarının ve iş çevrelerinin methini duyma adına manevi tüm güzelliklerini soyunarak beden libasıyla yetinen şu biçarelere:
İman eden insanlara vaad olunan cennetin; içinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar bulundurduğunu… (Muhammed/ 15)
Cennetin elbiselerinin ipek ve atlastan olup yeşil renkli, altın ve incilerle bezenmiş halde olduğunu… (Hac/ 23, Fatır/33, Duhan /53)
Orada ehlinin canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şeyin; yükseklerde kurulmuş döşeklerin, mücevherlerle süslenmiş tahtların, sıra sıra dizilmiş yastıkların, serilmiş halıların olup onlara altın tepsiler üstünde kadehler dolaştırıldığını… (Zuhruf /71)
Ve o içkide herhangi bir sersemletme olmayıp sarhoş etmediğini bilakis berrak olup içenlere lezzet verdiğini (Saffat / 46, 47) anlatabilseydim/anlatabilseydik keşke…
Belki bu sayede anlık lezzet ve güzellikleri ve onların kıymetsizliğini/geçiciliğini (esasen güzellik bile olmadıklarını) kavrayıp sonsuz ve emsalsiz güzellikteki kazanımlara; lezzetlere, zarafetlere, kuşanmalara, rahatlıklara tercih etmenin hiç de akıl karı olmadığını anlayabilirlerdi.
Elif Yüksek | Nisanur Dergisi | Ocak 2018 – 74. Sayı