Menazil müellifi der ki:
"Tezekkür, tefekkürün üstünde bir mertebedir. Çünkü tezekkür isteme, tefekkür ise vücud (var olma) dır."
Yani tefekkür vesilelere başvurmak suretiyle amaçlan elde etmeye çalışmaktır. Nitekim kendisi:
"tefekkürün, amaca ulaşmak için basiretin çaba sarfetmesi olduğunu" söyleyerek bu manaya işaret etmiştir.
"Tezekkür vücuddur" sözüne gelince bunun izahı şudur:
kul tezekkür ve tefekkür ile daha önce unutarak kaybettiği şeyi bulur, yeniden elde eder.
"Zikr" kökünden tefa'ul kalıbında türetilmiş olan tezekkür kelimesi lügat bakımından unutma (nisyan) kelimesinin zıt anlamlısıdır ve:
"zikrolunan şeyin bilinen suretinin kalpte vücut bulması" demektir.
Bu vücut bulmayı ifade için tefa'ul kalıbının tercih edilmiş olması:
- görme (tebassur),
- anlama (tefehhüm) ve
- öğrenme (teallum) gibi basamak basamak meydana geldiği içindir.
Tefekkür mertebesine nisbetle tezekkür mertebesinin konumu, arzu edilen bir şeyin arandıktan sonra elde edilmesine benzer. Bundan dolayıdır ki, gerek okunan ve gerekse görülen ayetler birer öğüt (zikra) ve hatırlatma (tezkira) olarak anılmaktadır.
Nitekim Cenab-ı Allah ilahi kitaplardan okunan ayetlerinden:
"Andolsun biz Musa'ya hidayet verdik ve İsrailoğullarını kitaba mirasçı kıldık, o akl-ı selim sahipleri için yol gösterici bir öğüttür " (Mü'min, 53,54) ve Kur'an'dan da:
" O (Kur'an) korunanlar için bir öğüttür" (Hakka, 48) şeklinde bahsederken kainatta müşahede olunan eserlerine de:
"Üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki onu nasıl bina etmiş, nasıl donatmışız. Onda hiçbir çatlak da yoktur! Yeryüzünü de döşedik ve ona sağlam dağlar koyduk. Orada iç açan her türden bitkiler yetiştirdik. Bütün bunları Allah'a yönelen her kulun, basiret gözünü açmak ve (O'na) ibret vermek için (yaptık)" (Kaf, 5-8) ayetiyle dikkat çekmiştir.
Görüldüğü üzere Cenab-ı Allah basiret gözünün açılmasını görmeye, öğüt almayı ise kendisine zikretmeye bağlamıştır. Ayrıca bunları birlikte zikretmiş ve bunların Allah'a yönelen kimselere ait olduğunu bildirmiştir.
Çünkü kul Allah'a yöneldiği zaman O'nun ayet ve ibret eserlerini görür. Böylece Allah'ın yüceliğini anlamaya çalışır. Allah'a yönelmesi sayesinde ondan yüz çevirmesi, kalp gözünün açılmasıyla körlüğü ve öğüt ile de gafleti zail olur. Çünkü kalp gözünün açılması kendisinden gafil olunan şeyin suretinin kalpte teşekkül etmesine sebep olur.
Bu üç makamın bu şekilde tertip edilmeleri son derece isabetlidir. Bu üç makamın her biri diğerini destekler, güçlendirir ve sonuca ulaştırır. Allah (c.c) kainatta müşahede olunan görünen ayetleri hakkında da şöyle buyurmaktadır:
"Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik ki onların gücü bunlardan daha fazla idi. Fakat ülkelerinde kaçacak yer aradılar. (Azabımızdan kurtuluş var mı.) Muhakkak ki, bunda, kalbi bulunanlar yahut hazır bulunup kulak verenler için bir öğüt vardır." (Kaf, 36-37)
Bu dünyada insanlar üç çeşittir:
Birincisi: Kalbi ölü olanlar. Kalbi olmayan böylesi insanlar için kainatta bulunan bu ayetler bir öğüt ve bir anlam ifade etmez.
İkincisi: Kalbi diri ve öğüt almaya da hazır, fakat Allah'ın kitabından kainat ayetlerinden bahseden ayetlere kulak vermeyenlerdir. Bu da ya ilahi kitaplardaki ayetlerin kendilerine ulaşmamış olması veya ulaşmışsa da kalbinin başka şeylerle meşgul olması sebebiyledir. Bu kişilerin kalpleri bir nevi kayıp olup, ayetleri anlamaya hazır değildir. Kalpleri diri ve aslında müsait olmasına rağmen, başka şeylerle meşgul olduğu için ayetlerden öğüt alma gerçekleşmez.
Üçüncüsü: Kalbi diri ve müsait olup da kendisine okunan ayetleri can kulağı ile dinleyen ve kalbini onun üzerinde yoğunlaştıranlardır ki bunlar işittiğini anlamaktan başka bir şeyle uğraşmazlar.
İşte Kur'an ve kainat ayetlerinden yararlanan insanlar bunlardır.
Bu üç sınıf insandan:
Birincisi gözü görmeyen kör insan mesabesinde,
İkincisi gören fakat gözünü görmek istediği şeyden başka bir yana diken kimse mesabesindedir.
Bunların ikisi de görmeleri gereken şeyi görmezler.
Üçüncüsü ise gözünü görmesi gereken şeyden yana çeviren ve ona normal bir uzaklıktan bir müddet bakan kimse gibidir. İşte asıl gören de budur.
Kelamını gönüller için şifa kılan Allah ne kadar yücedir!..
"Bu ayette (Kaf, 36-37) geçen "ev" (yahut) edatının Kur'an'daki yeri ve önemi nedir?" denirse şöyle cevap verilir:
Bu kelimenin kullanılmasında ince bir sır vardır. Biz Zahiri nahivcilerin ileri sürdüğü gibi, onun "vav" harfi manasına kullanılmış olduğunu kabul etmiyoruz.
Şunu bilmelidir ki, bazı insanlar sıcak, ibret almaya, hüküm ve hikmet çıkarmaya son derece müsait bir kalbe sahip olurlar. Kalpleri onları tezekkür ve ibret almaya sevkeder. Ayetleri işitmek onlar için nur üstüne bir nur olur. Allah'ın en üstün, iman ve basireti en büyük olan mahluku bunlardır. Sanki peygamberin kendilerine haber verdiği şeyleri gözleriyle görüyor gibidirler. Ancak onların teferruatını ve çeşitlerini bilmezler.
Nitekim Ebu Bekr es-Sıddık (r.a) ile Peygamber (s.a.v) için şöyle bir misal zikredilir:
"İki adam bir eve girerler. Biri o evin içindeki odaları teferruat gözüyle görür. Diğeri ise evdeki şeyleri gözüyle görmez, detayları fark etmez. Ancak eliyle her tarafa dokunmak suretiyle orada önemli şeyler bulunduğunu anlar, sonra birlikte dışarı çıkarlar. Göremeyen, gören arkadaşına evde neler gördüğünü sorar. Ve daha önce onları dokunarak idrak ettiği için, anlattığı her şeyde arkadaşını tasdik eder. "
İşte bu, sıddıkiyet derecesinin en yüksek mertebesidir. Allah'ın İman sahibi olan kuluna böyle bir iman lütfetmesini uzak görmemelidir. Çünkü Allah'ın lütuf ve ihsanının sonu yoktur.
İşte böyle bir kalbe sahip olan kimse ayetleri işittiği zaman, kalbinde bulunan basiret nuru artar. Eğer bir kimsenin böyle bir kalbi bulunmaz da, ancak yine de kalbini o ayetlere açar, dikkatle dinlerse, tezekkürü elde eder,
"O'na bol yağmur isabet etmese de hiç olmazsa da çisintisi değer" (Bakara, 265), bu bol yağmur ve çiseleme durumu bütün amellerde ve onlardan elde edilecek olan sonuçlarda söz konusudur.
Nitekim cennet ehli de mukarrebler, sabıklar, kitabı sağından verilenler ve bunlar arasında bulunanlar gibi bazı sınıflara ayrılırlar. Bunların herbirinin nail olduğu halis içecekler birbiriyle karıştıkça ayrı bir tat verir.
Allah Teala şöyle buyurur:
" Kendilerine bilgi verilenler, rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu, mutlak galip ve hamde layık (Allah)'ın yoluna ilettiğini görürler." (Sebe, 6)
Aslında her mümin bu hususu görür. Ne var ki, ilim erbabının görmesi başka, diğerlerinin görmesi ise daha başka olur.