Çalan kapıya evin küçük çocuğu bakmıştı. Karşısında Felemez’i görünce birden duraksamış, gelişin anlamını çözmeye çalışıyordu. Çocuğun kendisini şaşkın bakışlarla süzdüğünü fark eden Felemez, çocuktan babasının evde olup olmadığını sormuş, evde olduğu cevabını alınca da onu görmek istediğini söylemişti. Çocuğun haberiyle annesinin içine birden bir ürperti düşerken babasının yüzünü ise derin bir düşünce yumağı sarıvermişti. Felemez niçin gelmiş olabilirdi ki? Olabilecek ihtimallerin cevabını aklından geçirirken kapıya da yetişmişti.
Aslında aynı köylüydüler ve aynı köyde birbirine yakın evlerde oturuyorlardı. Ne var ki sahip oldukları düşüncelerden dolayı hakikatte birbirlerinden çok uzaktaydılar. Mustafa, İslami düşünceye sahip bir davanın mensubuyken Felemez ise marksist ideolojinin havariliğini yapan, İslam’dan uzak hatta düşman bir örgütün müntesipleriyle oturup kalkan biriydi. Zaman için gelişen hadiseler ve yaşananlar süreç içerisinde iki tarafa da özellikle de Marksist örgüte çok kayıp verdirmiş, ortam sabaha çıkanın akşama, akşama ulaşanın sabaha çıkamayacağı bir hal almıştı. Hava oldukça gergin, karanlık zifiriydi.
Durum böyle olunca Felemez’in Mustafa’yı görmek istemesi de doğal görünmüyordu elbette. Mustafa haklı bir endişe taşımakla beraber kapıya da yönelmişti. Her ihtimale karşı hazırlıklı olan Mustafa önce kapıda duran Felemez’i ardından etrafını ve ötesini süzmüştü. Zahiren olumsuzluğu yansıtan bir durum bir emare görünmüyordu. Vakit geçirmeden
- Buyurun Felemez, hayırdır, demişti.
- Hayırdır Mustafa. Seninle konuşmam gereken bir mesele var da onun için geldim. Müsaaden varsa oturup biraz oturup konuşmak istiyorum, diye cevab alınca içeriyi müsait etmiş ve Felemez’i davet etmişti.
Misafiriyle içeri giren Mustafa’nın kafasındaki soruların çeşitliliği artarken yan odada merak içinde bekleyen eşine endişelenecek bir şey yok dercesine bakıp diğer odaya geçmişlerdi. Söze ev sahibi başladı:
- Nasılsın Felemez, hayrola sen bizim ev…
- Bildiğin gibi, iyi olmaya çalışıyoruz işte. Aslında Felemez rahat görünmeye çalışıyorduysa da konuşacağı meselenin stresini yüzünde ve konuşmalarında yansıtmıyor da değildi. Meselenin ağırlığının verdiği psikolojiden olsa gerek başını önüne eğip
- Dediğim gibi konuşmamız gereken bir mesele var. Aslında nasıl karşılayacağını biliyorum ama senden önemli bir ricada bulunacağım. İşin doğrusu buraya gelmeden önce çok düşündüm ama neticede en iyisinin seninle konuşmak olduğuna karar verdim ve sana geldim, umarım anlayışla karşılarsın.
Felemez bunları söylerken Mustafa ise onun neler söyleyebileceğini tahmin etmeye çalışıp ona göre cevaplar hazırlamaya çalışıyordu. Ancak ortada bir gariplik vardı. Felemez’in eziklik içinde ricasının olduğunu söylemesi, düşünüp taşındıktan sonra geldiğini belirtmesi ayrı bir soru işareti olarak beliriyordu. Zira eskiden olsa belki ancak bu aşamada onu tehdit etmek veya korkutmak için gelmiş olamazdı, zaten böyle bir cesareti kendilerinde bulmaları da düşünülemezdi. Mustafa daha fazla beklemeden:
- Estağfurullah. Ne ricası buyurun, demesiyle Felemez de biraz rahatlamıştı, çünkü o da Mustafa’nın kendisini nasıl karşılayacağını, ne cevap vereceğini tam olarak kestirememenin sıkıntısını yaşıyordu. Kaldı ki bulunacağı talep de öyle sıradan bir şey değildi.
- Haberin var mı bilmiyorum ama hastayım. İstanbul’a, doktora gittim, tedavi için yatmam gerektiği söylendi. İşin kötüsü bunun uzun sürme ihtimalidir. Anlayacağın belki uzun bir süre tedavi için orada kalmam gerekebilir, bunun için sana ihtiyacım var. Bu sözler üzerine Mustafa Felemez’in kendisinden para isteyeceğini zannetti. Bu da hiç iç açıcı bir durum değildi, çünkü Mustafa’nın da elinde ona verecek hiç parası yoktu, gergin olan ortam onun ve onun gibi arkadaşlarının çalışmasına imkân vermediğinden hanımının birkaç altının da bozdurup bitirmiş durumdaydı. Hal böyleyken yok derse yanlış anlayacağından da korkuyordu. O bu düşüncedeyken Felemez konuşmansa devam etti.
- Biliyorsun gidersem evde eşim ve kızım tek kalacak ve de onlara bakacak erkek kimse de yok, bu şekilde sahipsiz bırakıp gitmek de istemiyorum. Onun için düşündüm, taşındım sana gelmeye karar verdim. Eğer kabul edersen gelinceye kadar onları sana emanet etmek istiyorum, diyerek Mustafa’nın bir şey söylemesine fırsat vermeden; devamla
- Biliyorum şimdi “Köyün çoğunluğu senin arkadaşların ve dostlarından oluşuyor, benim gibi düşman kabul ettiğin ve selam dahi vermediğiniz birine nasıl oluyor da eşini ve kızını emanet edeceksin” diyeceksin. Haklısın da. Sizi düşman kabul ettiğimiz, bize zarar verdiğiniz, hayallerimizi yıktığınız doğrudur, ama bütün bunlara rağmen bildiğim bir şey daha var ki o da emanete ihanet etmeyeceğinize olan inancımdır, işin hakikatini söylemek gerekirse arkadaşlarıma güvenip de eşimi ve kızımı burada yalnız bırakıp gitmeyi göze alamadım. Onlara güvenerek böyle bir riski göze de alamam.
Felemez’in bu sözlerine karşılık Mustafa’nın belli etmese de içinde adeta bir fırtına kopmuş, semadan boşalan yağmur gibi yüreğine gözyaşı dökülüyordu. Saklamaya çalışsa da rengi değişmiş, boğazı düğümlenmiş ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Odanın içinde tarif edilemez bir manzara yaşanıyordu. Felemez’in ruhu ezikliğin verdiği mahcubiyetle yerlerde sürünürken, Mustafa’nınki ise gururun verdiği hazla göklerde süzülüp el-Emin’e selam duruyordu. Ve o an tekerrür eden tarihe altın sayfa daha nakşediliyordu.
Bu duygular içerisinde elinde olmadan Asr-ı Saadet’e, maziye giden Mustafa, karşısında cevap bekleyen Felemez’in bakışlarıyla kendisini toparlamaya çalıştı:
- Felemez kardeş! Eşin de kızın da ailemizin bir parçası olacaklardır, gözün arkada kalmasın ve rahat ol, inşaallah mahcup olmayacaksın.
- Felemez aslında biraz da beklediği bu cevap üzerine rahatlamış ve huzur bulmuştu. Her ne kadar düşmanı da olsa Mustafa’nın dürüstlüğünü, sağlamlığını, eminliğini, sadakatini ve cesaretini biliyordu. Onun için ondan yana hiçbir şüphesi ve endişesi de yoktu.
Kısa bir sohbet ve içilen çaydan sonra müsaade isteyip kalkan Felemez’in yüzü gülerken Mustafa’nın mutluluğu ise gözlerinden okunabiliyordu. Mustafa’nın eşi ise yan odada olup biteni merakla bekliyordu. Felemez’in gidişinden sonra Mustafa’dan durumu öğrenen eşi hüngür hüngür ağlamış, düşmanlarının bile eşini, kızını kendilerine teslim etmesini sağlayan bu güveni bahşeden Rabblerine şükredip gözyaşı döküyordu.
Olayı duyan Mustafa’nın arkadaşları da duygulanmış böyle bir asırda böyle bir manzaranın yaşanmasına şahitlik ettikleri için bir taraftan Rabblerine şükrediyorken diğer taraftan ise hepsinin aklından Asr-ı Saadet’te yaşananlar geçiyordu. O zamanlar da Allah’ın Resulüne (sav) iman etmeyip Ona düşmanlık edenler, davasına karşı çıkıp onu öldürmeye çalışanlar en kıymetli varlıklarını Ona emanet etmekten, Ona el-Emin demekten geri durmamışlardı.
Rehberlerinin “Öyle bir yaşayın ki düşmanlarınız bile sizi takdir etsin” yönündeki sözünün hatırlanması olayı daha da bir anlamlandırmıştı.
* Olayda geçen isimler gerçek olmamakla birlikte hadise günümüzde yaşanmış gerçek bir hadisedir.
Abdulgafur Batmaz / İnzar Dergisi / Mart 2012