Kul hakları ile ilgili bir günahtan tevbe konusuna gelince burada birkaç mesele vardır:

Birinci mesele: Başkasına ait bir malı gasbettikten sonra tevbe eden, ancak bu arada onu sahibine veya tanımadığı için, yahut öldükleri için veyahut da başka bir sebepten dolayı mirasçılarına iade etmesi imkansız hale gelen kimsenin tevbesi ne olacaktır? 

Bu konuda ihtilaf edilmiştir.

a)  - Bir gruba göre böyle bir kimse ancak haksız yere ele geçirmiş olduğu malı sahibine iade etmek suretiyle tevbe edebilir. Şayet bu durum mümkün olmuyorsa artık onun tevbe etmesi de imkansız hale gelmiş olur. Onun için yapılacak tek şey ahirette sevap ve günahı ile hesaplaşmaktan ibarettir. Çünkü burada sahibine verilmemiş olan bir hak söz konusudur. Cenab-ı Allah ise kullarının hiçbir hakkını başkasına bırakmaz; herkesin başkasından hakkını alır. Hiç bir zalimin zulmünü yanına bırakmaz. Tek bir tokat, bir kelime ve bir fiske bile olsa, mazlumun hakkını zalimden mutlaka alır.

Başkasına haksızlık etmiş olup bu dünyada iade etme imkanını kaçırmış olan kimsenin yapması gereken şey para ve malın hiçbir işe yaramadığı günde kendisinden ödemek üzere bol bol sevap kazanmaktır. Bunların en yararlısı da kendisinin uğradığı zulme, acıya, gıybet ve iftiraya sabredip hakkını bu dünyadayken almaması, karşılık vermemesidir, ki, ahirette hasenatı bitecek olursa zulmettiği kimselere başkalarından alacağı o hakları aktarsın. Çünkü ahiret gününde insan, üzerindeki hakları öderken, kendisi de başkalarındaki haklarını alır. Bazen bu alacak ve verecekler birbirine eşit olur, bazen de biri diğerinden fazla gelir.

Bu grup, gasıpların haksız yere başkalarından aldıkları ve ellerinde bulunan malları ne yapacakları hususunda ihtilaf etmiştir. Bir grup bu mala dokunulmaz ve ondan asla tasarruf edilmez derken, diğer bir grup ise “Halifeye teslim edilir. Çünkü halife halkın vekilidir. Halife o malı sahibi için muhafaza eder. Bu mal kayıp mal hükmüne girer” demişlerdir.

b)  - İkinci grup ise şöyle demektedir: Bu kimse için tevbe kapısı açıktır. Allah ne ona, ne de bir başka günahkara o kapıyı kapatmamıştır. Böyle bir kimsenin tevbesi haksız yere ele geçirdiği o malları sahibi namına tasadduk etmektir. Mahşer yerinde hesaplaşma anında o malların asıl sahipleri isterlerse o tasadduku geçerli sayarlar ve sevabı onların olur; isterlerse geçerli saymazlar; o adamın sevabından malları kadarını alırlar ve sadaka sevabı da tasaddukta bulunanın olur. Çünkü Allah o sadakanın sevabını iptal etmez ve hem o malları, hem de bedellerini sahiplerinde birleştirmez. Bu durumda o malları tasadduk eden kimse onların bedelini asıl sahiplerine borçlanır ve onu kendi hasenatıyla ödemek suretiyle o tasaddukun sevabını alır.

Bu görüş İbn Mes`ud, Muaviye, Haccac b. eş-Şâir gibi bazı sahabilerin görüşüdür. 

Nitekim rivayete göre İbn Mesud bir defasında bir cariye satın almıştı. Ancak o parayı sayıp hazırlarken cariyenin sahibi gitti. 

İbn Mes`ud adamın dönüşünden ümit kesinceye kadar bekledikten sonra o parayı tasadduk etti ve şöyle dedi: 

“Allahım, bu sadaka cariyenin sahibi namınadır. Eğer kabul ederse sevabı onundur. Şayet etmezse sevabı benim olur. O da parası kadarını benim hasenatımdan alır”. 

Yine rivayete göre bir savaşta askerlerden biri bir miktar ganimet malını gizlice almış, fakat sonra tevbe ederek o malı kumandana getirip vermek istemişti. Ancak kumandan:

“Şimdi bütün askerler dağıldı. Ben onu sahiplerine nasıl dağıtayım?”, diyerek kabul etmemişti. Adam daha sonra Haccac b. eş- Şâir`e gelerek ona danışmış, Haccac şöyle demiştir: 

“Kardeşim Allah orduyu, askerlerin isim ve soylarını bilir. Sen beşte birini sahibine teslim et, kalanı ise askerler hesabına tasaddukta bulun. Allah onları sahiplerine ulaştırır.” 

Adam Haccac`ın dediği gibi yapmış, daha sonra bu olayı öğrenen Hz. Muaviye ise şöyle demiştir: 

“Böyle bir fetva bana malımın yarısından daha sevimlidir.”

Buluntu mal da böyledir. Kişi bulduğu malı ilan ettikten sonra şayet onun sahibini bulamayacak olur ve onu kendine mal edinmek de istemezse tasadduk eder. Daha sonra o malın sahibi ortaya çıkacak olursa onu sadaka sevabı ile malın bedelini alma arasında serbest bırakır. Çünkü şer`an bilinmeyen bir şey yok hükmündedir. Binaenaleyh, bilinmeyen bir malın sahibi de yok hükmündedir. Buluntu mal ise belirli bir sahibi bilinmeyen bir maldır. Onu yararsız yönde kullanmak da doğru değildir. Çünkü o takdirde hem o malın sahibi, hem fakirler, hem de bulan kimse için zarar söz konusu olur. Onun asıl sahibi ve fakirler o malın yararı kendilerine ulaşmadığı için, onu bulan ise günahından kurtulamayıp hiç bir yararını görmediği halde ahirette onun hakkını vermek durumunda kalacağı için mağdur olmuş olur. Değil emretmek ve farz kılmak, böyle bir şeyi hiç bir şeriat caiz bile görmez. Çünkü şeriatlerin temeli mümkün olduğunca fayda sağlanması ve artırılması, imkan ölçüsünde zararların önlenme ve azaltılması esasına dayanır. Bulunup da sahibi çıkmayan malın yararsız tutulması ise hiç bir faydası olmayan tam bir zarardır. Dolayısıyla onunla hükmedilmez.

Öte yandan “örfî izin lafzî izin gibidir” şeklinde bir fıkıh kaidesi vardır.

Binaenaleyh başkasına ait bir hayvanı ölmek üzere iken görüp de onu boğazlayacak kadar zaman ve imkânı olan bir kimse, onu sahibinin menfaatini düşünerek boğazlayacak olsa buna izinli olur. Şayet o hayvanın sahibi sefih (akılsız) biri olacak olsa bu şartlarda onu boğazlayan kimse bedelini ödemez. Çünkü o, iyilik etmektedir ve :

“İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur (kınanmazlar)” (Tevbe,91). 

Keza başkasına ait bir malı zalim bir kimsenin gasbettiğini gören veya gasbedeceğinden korkan bir şahıs kalanını sahibine vermek düşüncesiyle bir kısmını vermek suretiyle o zalimle anlaşacak olsa bunda izinli olur. Aynı şekilde başkasına ait bir malın tamamıyla telef olmak üzere olduğunu görerek satan ve parasını sahibi için saklayan kimseye de örfen bu konuda sahibi tarafından izin verilmiştir. 

Nitekim Peygamberimizin (s.a.v) vekili olan Urve b. Ca`d el-Bârıkî onun sözlü izni olmadığı halde malını satmış ve o paranın bir kısmıyla, tamamıyla satın alması konusunda vekil kılındığı kadar bir mal satın almıştır. Daha sonra satın aldığı şey ve artan parayla Rasulullah`ın (s.a.v) yanına gelip durumu anlatmış ve o da bunu onaylayarak kendisi için dua etmiştir.

Ne var ki olay daha sonra fukahadan bazıları arasında problem teşkil etmiştir. Hadiste geçen zatın işlemini fuzuli kimsenin tasarrufuna benzeterek şöyle demişlerdir: 

“Fuzuli kimse nasıl ki bir akitte iki tarafı birden temsil edemez, bir anda hem alan hem de veren olamazsa bu da öyledir.” 

Ancak bu kıyas yanlıştır. Çünkü bu kimse bunu hem almış hem de vermiştir. Bazılan ise Urve`nin  Rasulullah`ın mutlak vekili olduğuna hükmetmişlerdir. (Fuzuli, vekaleti sözkonusu olmadığı halde başkası adına tasarrufta bulunan kimsedir. (Mütercim))

Bu ise birinciden daha batıldır. Çünkü Rasulullah`ın (s.a.v) herhangi bir kimseyi mutlak olarak kendisine vekil tayin ettiği asla bilinmemekte ve böyle bir olay herhangi bir surette nakledilmemektedir. İşin doğrusu şudur: 

Bu olay  “örfen izin, sözlü izin gibidir” tarzındaki kaideye dayanmaktadır. Çünkü bir malı satın almak suretiyle çıkarıp kendi parasını vermeye razı olan kimse herhangi bir tasarruf ile parasının kendi cebinde kalmasına daha kolay ve öncelikle razı olur.

Bunun bir benzeri şudur: 

Hasta bir insan vardır. Adamları sefer halinde olsun hazar halinde olsun tedavisi için malını harcama konusunda ondan izin alamamaktadırlar. Ancak adamın bu hastalıktan ölme tehlikesi de söz konusudur. Bu durumda örfi izine dayanarak izin almadan gerekli harcamayı onun malından yaparlar. Buna benzer pek çok olay vardır. İnsan fıtratı onu yararlı ve güzel bulduğu için şeriat tarafından engel olunmaz.

Bütün bu bilgilerden sonra tekrar asıl konuya dönelim.

Herkes bilir ki malı gasbedilmiş olan kimse, madem ki onu elde edemiyor, onun ahiretteki faydasını ele geçirmeye candan razıdır. Öte yandan o malın helak edilmesi veya ne dünyada ve ne de ahirette yararsız hale gelmesine asla gönlü razı olmaz. Bunun içindir ki ahirette o malın sevabına kavuştuğu zaman dünyada ona kavuşmaktan daha çok memnun olur.     

Öyleyse, bu malı ölen sahibi, fukara ve onu elinde bulunduranın istifadesinden uzak tutmanın yararının onu tasadduk etmenin yararından şer`an daha büyük olduğu nasıl söylenebilir? 

Bu malı boşuna harcamakta dini ve dünyevi hangi menfaat vardır? 

Bu tamamen bir zarardan ibaret değil midir?

Üstadımız Ebu`l- Abbas İbn Teymiyye`ye bir ihtiyar adam şöyle bir soru sordu: 

Ben köle biriyim. Küçükken sahibimin yanından kaçmışım. Onu bir türlü bulamadım. Ancak Allah`tan korkuyor, efendimin bendeki hakkından kurtulmak istiyorum. Bazı müftülere sordum, bana emanethanede oturmamı söylediler. Siz ne dersiniz? 

Üstadımız gülerek şu cevabı verdi: 

Efendin hesabına kendi kıymetini en yüksek tutmak suretiyle sadaka ver. Emanet hanede hiç bir yararı olmaksızın, sana zarar verecek şekilde, boşuna oturmana gerek yoktur. Senin orada oturmanın ne efendine, ne sana ve ne de müslümanlara hiç bir yararı yoktur. 

Allah daha iyi bilir.

İkinci Mesele: Zina eden kadın, şarkı söyleyen, içki satan, yalancı şahitlik yapan kimseler gibi haram fiiller işleyerek para kazanan ve fakat sonra o para kendisinde olduğu halde tevbe etmek isteyen kimse ile ilgilidir. Bu konuda iki görüş vardır.

Birincisine göre böyle bir kimsenin o malı sahibine iade etmesi gerekir. Çünkü o mal asıl sahibinindir. Ve o kimse o malı şâriin izniyle almamış, onun karşılığında sahibine mubah olan bir yarar da sağlamamıştır.

İkincisine göre ise bu kimsenin tevbesi o malı tasadduk etmek ve aldığı kimseye vermemektir. Şeyhu`l- İslam İbn Teymiyye`nin de tercih etmiş olduğu bu görüş iki görüşten en doğru olanıdır. Çünkü onu alan kimse sahibinin gönül rızasıyla vermesiyle almıştır. O kimse ise zaten o mala karşılık haram olan bedeli almış bulunmaktadır. O adama hem bedel, hem de parası mı verilecektir? 

O adam o malla Allah`a karşı günah işlemiş ve işlemesine yardımcı olmuştur. Onu isteyerek vermiştir. O mal ikinci ve üçüncü kez günah işlemesi için mi kendisine iade edilecektir? 

Bu durum günah ve tecavüz konusunda ona yardım etmekten başka bir mana ifade etmez. İstediğine nail olmasına rağmen, zina eden kimseye ötekine ödediği parayı gönül rızasıyla verene zorla alıp geri vermek şeriatın güzelliklerine uygun düşmez.

Bir an için o malı haram fiil işleyerek, alan kimsenin ona malik olmadığını düşünelim. İlk sahibinin sahipliği ona verip karşılığında taahhüt ettiği yararı da elde etmek suretiyle ortadan kalkmıştır. Bu durumda onun sahipliğinin devam ettiği ve kendisine o malı iadenin gerektiği nasıl söylenebilir? 

O malı tasadduk etmesinin gerektiğini söylemek başkadır.     

Çünkü ikinci adam onu kötü bir yolla elde etmiştir. İlk sahibi isteyerek onu vermiş, mülkünden çıkarmış, tekrar kendisine dönmemesine razı olmuştur. Bu durumda yapılması gereken en doğru iş, onu alanın yararına harcamak, günahını hafifletmektir; öbür günahkara destek vermemek, hem fayda, hem de bedeli almasına izin vermemektir. Aynı durum helal malına herhangi bir yolla haram karıştıran ve helalini haramından ayıramayanın tevbesi hususunda da geçerlidir: 

Bu kişi, haram olan mal miktarınca tasadduk ederek geriye kalanı temizler.