12 Eylül 1980 Darbesi üzerinden 37 yıl geçti. Yaklaşık bir milyon 683 bin kişinin fişlendiği, 230 bin kişinin yargılandığı ve 517 kişiye idam cezasının verildiği o dönemde yaşanan mağduriyetler unutulmadı.

Hak ihalelerinin had safhaya ulaştığı darbe döneminin mağdurları yaşadıkları işkencelerin meydana getirdiği travmaları hâlâ atlatabilmiş değil. 12 Eylül Darbesinin tanıklarından Refik Karakoç, yaşadığı işkence ve hak ihlallerini İLKHA muhabirine anlattı.

25 Nisan 2016'da Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) Genel Başkanlığına seçilen Karakoç, darbe döneminde 20 ay cezaevinde kaldığını ifade ederek, cezaevindeki işkencelerin gözaltında yaşadığı işkencelerden daha ağır olduğunu söyledi.

12 Eylül Darbesinin Kürt halkı için korkunç bir cendere olduğuna dikkat çeken Karakoç, 12 Eylül Darbesinin hiçbir zaman Türkiye Kürtleri açısından unutulmayacağını ve sorumlularının affedilmeyeceği bir yara bıraktığını belirtti.

12 Eylül Darbesi yapıldığında 27 yaşında olduğunu dile getiren Karakoç, "O zaman bir kamu kurumunda teknik eleman olarak çalışıyordum. Şantiyede çalışan üniversiteli gençler bir takım olaylara karışmışlardı. Onlara gözaltında dolaylı olarak çalıştıkları şantiyede kimi tanıdıklarını ve yöneticilerinin kim olduğunu sormuşlardı. Bunların bir kısmı siyasi nitelikli arkadaşlar olunca benim de ismim olaylara bu şekilde karışıyor. Bir gün çalıştığım işyerinden gözaltına alındım. Neden götürüldüğümü bile söylemeden... Yaklaşık bir ay, o zaman 'gözaltı' diye tabir edilen ama işkencehane olarak kullanılan 7'inci Kolordunun içerisinde her türlü işkenceye maruz kaldık. Gurup olarak alınmıştık. 'Özgürlük Yolu Davası'ndan gözaltına alınmıştık. Zaten ben o davadan yargılandım." dedi.

"Hücrelerin tabanını atık sularla dolduruyorlar ve o kış koşullarında sizi o suların içerisinde yüzdürüyorlardı"

Gözaltında kışın çetin şartlarında türlü türlü işkenceye maruz kaldığını söyleyen Karakoç, o bir aylık gözaltı süresi içerisinde hem aç, hem susuz bırakılarak hem de her gün falakaya, askıya alındıklarına dikkat çekti.

Islatılarak beton üzerinde tutulduklarını sözlerine ekleyen Karakoç,  "Herkesten birbirlerinin aleyhine, birbirlerinin karşısında bir örgüt şeması yaratmak üzere senaryo hazırlayıp onu insanlara itiraf ettirmeye çalışıyorlardı. O zaman öyle bir şema oluşturulmuştu ki, mesela sanki bir illegal örgütün Diyarbakır temsilcisiyim, sorumlusuyum gibi... Bir aylık işkenceler sonunda bizi yeni bir bölüme aldılar, mahkeme sürecini beklemek üzere. Mahkemeye çıktığımız zaman hepimiz birden tutuklandık. Biz 'işkence dönemi bitti' diye düşünürken cezaevinde, işkence yerinden daha beter bir uygulamayla karşılaştık. 'Hoş geldin' muamelesi çerçevesinde 5 Nolu Cezaevinin bütün gardiyanları başımıza üşüşüyor, anadan doğma soyup, hücrelere atıyordu. O hücrelerin tabanını atık pis sularla dolduruyorlar ve o kış koşullarında sizi o suların içerisinde yüzdürüyorlardı. Hücre dediğimiz şey zaten ızgaralı, dışarıya açık. O ıslak elbisemizle kış koşullarında sabahtan akşama kadar ayakta marş söylettiler." ifadelerini kullandı.

"Gardiyanlar tutukluları karşılarına alıp karşılıklı yumruk ya da tekmeyle vuruyorlardı"

Cezaevinde 28 gün hücrede tutulmasının ardından koğuşa geçtiğini söyleyen Karakoç, yaşadıklarını şu sözlerle anlattı:

"Yeme içme konusunda sadece bir yaşama payı diyebileceğimiz bir şeyler veriyorlardı. Çoğu zaman 'asker tahini' diyebileceğimiz küçük bir tahin ekmeğini bir hücrede 18 kişi kaldığımız için 18 parçaya bölmeye çalışarak birer lokma ekmek yediğimiz günler oldu. Öyle uygulamalar vardı ki, birisinin yaptığı hatayı bütün o alanda bulunan herkes cezalandırılmak suretiyle cezalandırılıyordu. Bu daha sonra koğuşlara gittiğimiz zamanda aynı şekilde devam ediyordu. Ve biz 1982 yılının ocak ayının o şartlarında 28 gün böyle bir muamele ile hücrelerde kaldık. Tabi her gün hücrelerden alınıp gardiyanların insafına terk ediliyorduk. Her gardiyan istediği dayak atma yöntemini tutuklular üzerinde deniyordu. Mesela insanları çağırıyorlardı karşılarına, karşılıklı yumruk ya da tekme vuruyorlardı, böylece vurulan adamı daha fazla mesafeye atma yarışması yapıyorlardı. O şartlarda 28 gün kaldıktan sonra koğuşlara geçtik."

"Öyle uygulamalar yapılıyordu ki şu an nasıl yaşadığımıza kendimiz inanamıyoruz"

Koğuşa geçerek rahatlayacaklarını düşündüklerini ifade eden Karakoç, "Hücreden sonra 'Herhalde hoş geldin dayağından ardından koğuşta biraz daha soluk alabilme şansı vardır' dedik. Biz koğuşlara dağıtıldığımız zaman sanki başka bir dünyaya gelmişiz muamelesi gördük. Hiç kimse sizinle konuşmuyor, kimse sizinle herhangi bir iletişim kurmuyor. Tuhaf bir durumdu. Akşam sayımından sonra insanlar yeni yeni bizimle diyalog kurmaya başladılar. Gördük ki koğuştaki uygulamalar işkencehanedeki uygulamalardan daha beter. Çünkü birbirinizle konuşmak yasaktı. Yalnız konuşan insanlar değil, bütün koğuş cezalandırılıyordu. Yine koğuşlarda sabahtan akşama kadar ayaküstünde 100-120'ye yakın marşın ezberletilerek okutulmasından başka bir şey yapılmıyordu ve insanlar çok sağlıksız koşullardaydı, sadece yaşam payı veriliyordu. Öyle uygulamalar yapılıyordu ki şu an nasıl yaşadığımıza kendimiz bile inanamıyoruz. İnsanların lağım sularına sokulması, tutukluların karşılıklı birbirine dayak atılması, tokat atılması, insanların hayâlarının tavandaki çengellere asılı tutulması, bir bütün olarak bu uygulamalar hemen hemen her gün diyebileceğimiz tarzda yapılıyordu. Yani insanlık tarihinde böyle bir sürecin dünyanın herhangi bir yerinde devamlı olarak yaşandığını sanmıyorum." şeklinde konuştu.

Cezaevinde herkesin aynı işkencelere tabi tutulduğunu dile getiren Karakoç, "Buradaki amaç bir bütün olarak hem maddi, hem manevi, hem fiziki olarak cezaevine giren herkesin herhangi bir yöntemle yok edilmesi, bıktırılması, yaşamdan soğutulmasıydı. Çok programlı bir uygulamaydı bu, çünkü cezaevine gelen yaşlı genç ayrımı yapılmaksızın; ideoloji, örgüt ayrımı yapılmaksızın ister örgüt adına gelsin, ister insan öldürüp gelsin, ister kaçakçı olsun, ister herhangi bir nedenle isim benzerliğinden gelsin herkes aynı muameleyi görüyordu." diye konuştu.

"Annem ve ablam ziyaretime geldiği zaman Türkçe bilmedikleri için ne onlar konuşabildi ne ben konuşabilirdim"

Cezaevinde Kürtçe konuşmanın yasak olduğunu ifade eden Karakoç, "Türkçeden başka dilde konuşamazdınız. Benim üvey annem ve ablam ziyaretime geldiği zaman Türkçe bilmedikleri için ne onlar konuşabildi ne ben konuşabildim. Görüşmede karşılıklı bakışmaktan öte bir şey yapamadık. Çünkü bir kelime Zazaki ya da Kurmanci konuşsanız görüşme yerinden koğuşa gidene kadar gidip dayak yemenin ötesinde koğuşta herkesi cezalandırıyorlardı." diyerek insanlık dışı faşizan uygulamaya dikkat çekti.

"İşkence gören kişinin bağırmalarını ses sistemiyle bütün cezaevine dinletiyorlardı"

"Her türlü yiyeceğin girdiği koğuşta bizlere soğan, yeşillik, kahvaltı ve benzeri şeyler geldiği zaman 'Bir ay boyunca bu koğuştan çöp çıkmayacak ve o çöpler herhangi bir şekilde biriktirilmeyecek yani o çöpleri yutacaksınız.' diyorlardı." diyen Karakoç, sözlerine şöyle devam etti:

"Bu bir iki günlük bir iş değil, bu sistemli bir işti, sadece insanlar ayakta kalabilsin işiydi. Cezaevine gidiş gelişlerde ya da mahkemeye gidiş gelişlerde cezaevi arabalarına 40-50 kişi yan yana kavak direkleri dizer gibi götürülüyordu. 5 Nolu Cezaevinden 7'inci Kolorduya giderken inişte 3-4 bayılan insan çıkıyordu. Dönerken de yine aynı şekilde 3-4 insan havasızlıktan bayılıyordu. Mahkemelerde savunma hakkı yoktu, sağa sola bakmak yoktu. Cezaevinde bir gün bile karavanalardan biraz fazla yemek gözüktüğü zaman biz biliyorduk ki o yemeğin içi deterjan doludur. Gelip tutukluların başında durup o deterjanlı yemeği insanlara zorla yediriyorlardı. Boğazlarına basarak yediriyorlardı. O dönemde cezaevinde işkence gören insanların işkence esnasında çıkardıkları sesler nedeniyle uyumak mümkün değildi. Bazen geceleyin yatağa gittiğinizde uyuyamıyordunuz. İşkence gören kişinin bağırmalarını ses sistemiyle bütün cezaevine dinletiyorlardı. 82 yılının o ağır kış koşullarında tek parça buz olan o havalandırmada çıplak vaziyette eğitim yürüyüşü yaparak, güya spor yapıyorduk. Ondan sonra yere yatırarak insanları süründürüyorlardı. O yerdeki buzların üzeri dirsek ve dizlerden akan kanlarla doluyordu."

"Sağlık açısından hepimizde o dönemden kalan arızalar var"

O dönemde işkence görenlerin şimdilerde ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldığına vurgu yapan Karakoç, "Bu sistem bir yok etme ve bıktırma projesiydi. Hatta insanların o kötü koşullarda mutlaka birinden bir hastalık kaparak geleceğinin karartma meselesiydi. Nitekim birçok insanımız o genç yaşlarda yaşamını yitirdi. Sağlık açısından hepimizde o dönemden kalan arızalar var. Bizim o ıslak elbiselerde sırt üstü yatırıldığımız işkencehanelerde olan herkesin şu anda ciddi bir sırt problemi var, omurilikler ve vücut zedelenmiş." ifadelerini kullandı.

"12 Eylül Kürt halkı için korkunç bir cendereydi"

"12 Eylülün hazırlanması bir devlet projesiydi" diyen Karakoç, "Yani bir takım provokasyonlar, bir takım eylemelerin yapılarak bunun bazı kesimlere mal edilmesi, öbür tarafların yaptığı hatalar işin bir boyutu, ama sonuç itibariyle provokatif eylemler 12 Eylül Darbesine zemin hazırlamak için bir proje işiydi. Bu, devletin illegal organizasyonları tarafından gerçekleştirildi. Sonuç itibariyle siyasi kurumlar buna çanak tuttular. Siyaseti yapanlar olabilecekleri ya tahmin etmediler ya da kendi siyasetleri gereği müdahale edemediler. Sonuç olarak 12 Eylül'ü bu topluma yaşattılar ve 12 Eylül Kürt halkı için korkunç bir cendereydi. Sorumluların cezalandırılması çok geç de olsa sembolik de olsa belki birazcık avuntu olarak kabul edilebilir, ama 12 Eylül hiçbir zaman Türkiye Kürtleri açısından unutulmayacak ve affedilmeyecek bir yara bıraktı ve o yara dediğim gibi hâlâ sürüyor." şeklinde konuştu.

"Aynı koğuşta kaldığım Yılmaz Demir kendisini asarak cezaevinde yaşananları protesto etti"

20 aya yakın cezaevinde kaldığını söyleyen Karakoç, "Biz tutuklandıktan 13 ay sonra mahkemeye çıktık. Hukuk denen bir olay yoktu. Savunma diye bir olay yoktu, ne siz savunma yapabiliyordunuz ne de avukatınız konuşabiliyordu. 20 aya yakın cezaevinde kaldım. Ben tahliye olduğumda Diyarbakır Cezaevi artık çekilmez bir noktadaydı. Tahliye olduğum zaman arkadaşlarla bu çekilmez duruma karşı isyan etmeyi konuşuyorduk. Tahliye olduktan sonra cezaevinde hareketlilik başladı. Cezaevinde beraber yargılandığımız ve aynı koğuşta kaldığım Yılmaz Demir, kendisini asarak cezaevinde yaşananları protesto etti. O sırada birçok arkadaş ya toplu dayaklardan ya da özel dayaklardan dolayı hayatını yitirdi." dedi.

15 Temmuz'da darbecilere halk engel oldu

12 Eylül Darbesi, 28 Şubat Post Modern Darbesi ve 15 Temmuz Darbe Girişimini kıyaslayan Karakoç sözlerine şöyle devam etti:

"12 Eylül bir takım kitlesel olayların ve bir takım provokatif olayların hazırlanarak kendilerini cumhuriyetin sahibi olarak gören askerlerin açıktan iktidara el koymasıyla başladı. Sivil toplum örgütü olarak gördüğümüz hükümet de böyle bir sürecin önünde durabilecek durumda değildi. 28 Şubat Post Modern Darbesi 12 Eylül'ün bir başka versiyonuydu. Askerler hiç zahmet çekmeden sadece bildirilerle, medya ortamıyla bir darbe yaptılar. Hiçbir karşı tepki de görmediler. 28 Şubat 12 Eylül'ün farklı yönüyle bir darbeydi. 15 Temmuz Darbesinde biz İstanbul'da yönetim kurulu toplantısı yapıyorduk. Kaldığımız otelden yaşananları çıplak gözlerle görüyorduk. Bu darbenin karşısında durulması yönünde ilk açıklamayı biz yaptık. Hükümet eski hükümetlere göre kararlı davrandı. Biliyorsunuz darbeler döneminde Süleyman Demirel şapkasını alır giderdi. Necmettin Erbakan verilen talimat ile usul usul dilekçesini veriyordu. Hükümet önceki hükümetlere göre biraz daha hazırlıklıydı ve en azından polis gücünü elinde tutuyordu. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın çıkışı da ayrı bir faktördü. Bize göre daha önceki darbelerde çok kanlı ve silah olmasına rağmen bu darbe başarılı olmadıysa buna halk engel oldu. Darbeyi ne hükümet ne de demeçler engelleyemedi, halkın sokağa çıkması darbeyi engelleyen tek ve temel faktördü. Eski darbelerde bir televizyon kanalını işgal ettiğiniz zaman herkes olayın o boyutunu görürdü ama bu sefer hem devlet televizyonlarının yanında onlarca medyanın olması ve bütün bunların kontrol edilmesinin mümkün olmayacağını hesap ettiler. Medyanın olup bitenleri ve halkın sokaklara dökülüşünü göstermesi ve tavır koyması da elbetteki bir faktör olarak rol oynadı. Sonuç itibariyle darbe olmadı. İyi ki de olmadı, çünkü darbelerde en çok sıkıntı çeken biz Kürt halkıyız. Geçmiş darbelerde çok büyük bedeller ödedik, bir daha darbe olmasın."

Karakoç, "Darbelerin yarattığı tahribat ve sebep olduğu yıkımların cezasını halk çekiyor. Eğer bir ülkede halk bütün bunların farkındaysa ve eğitilmişse zaten o ülkede kolay kolay darbeler olmaz. Biz o bakımdan diyoruz ki; örgütlü bir halk darbeyi önler. 15 Temmuz'da darbeyi önleyen halkın sokağa çıkması oldu. Eğer halk birlikteliğini sağlayıp olması gereken siyaset uğruna sokaklara çıkarsa her türlü darbeyi etkiler. Demek ki halkın rolü birinci derecede önemlidir." ifadelerini kullanarak sözlerini tamamladı. (M. Hüseyin Temel, Mehmet Çelik - İLKHA)