إِنّ فِرْعَوْنَ عَلا فى الأَرْضِ وَ جَعَلَ أَهْلَهَا شِيَعاً يَستَضعِف طائفَةً مِّنهُمْ يُذَبِّحُ أَبْنَاءَهُمْ وَ يَستَحْىِ نِساءَهُمْ إِنّهُ كانَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ (4) وَ نُرِيدُ أَن نّمُنّ عَلى الّذِينَ استُضعِفُوا فى الأَرْضِ وَ نجْعَلَهُمْ أَئمّةً وَ نجْعَلَهُمُ الْوَرِثِينَ (5) وَ نُمَكِّنَ لهَُمْ فى الأَرْضِ وَ نُرِى فِرْعَوْنَ وَ هَمَنَ وَ جُنُودَهُمَا مِنْهُم مّا كانُوا يحْذَرُونَ
Kasas suresinin bu ilk ayetleri, Mekkeli Kureyş firavunların baskısı altında olan Müslümanlara bir teselli ve bir güzel va’di müjdelemeyi içerir. Zira Mısır’daki firavun rejimi sadece bir Haman, bir Firavun ile sınırlı kalmış değil, tam aksine sistemleşmiş bir firavuni rejim söz konusu... Bunun karşısında İsrail oğulları mustazaf sıfatını en zirve noktada yaşıyorlardı. Erkek çocukları neredeyse bir bütün olarak öldürülüyor, kadınları ise sadece cariyeler eksik olmasın diye hayatta bırakılıyordu. Mısır firavun rejimi, altın çağlarından bir çağı yaşıyordu.
İşte böyle bir ortamda Allahu Teâlâ bir kurtarıcı olarak beklenen peygamberi Hz. Musa Aleyhissalatu vesselamı gönderiyor ve o mustazaf bırakılmışlara yapmak istediği minnetini yapıp firavunun saltanat ve mülküne onları varis kılıyor.
Firavun ve İsrailoğulları için o gün söz konusu olan durum Allah (cc)’ın bir sünnetidir. Zayıf bırakılmış(mustazaf) hangi toplum olursa olsun, kurtuluşu için Allah (cc)’a yöneldiği sürece Allah (cc) kendi katından onlara bir kurtarıcı gönderir ve onları müstekbirlerinin mülküne varis kılar.
Öyle ise bu ayetlerde Müminlere bir tesellinin yanında zımnen; “Eğer, üzerinizde cari olan zulümden kurtulmak istiyorsanız, Peygamberim (Aleyhissalatu vesselam)’in emrine imtisal ediniz” ihtarı da vardır. Zira İsrailoğulları’nın kurtuluşu Musa Aleyhissalatu vesselama imtisal ile olmuştu.
(عَلا) İbn-i Abbas’a göre ‘kibirlendi ve zorbalığa yeltendi’ manasındadır. Süddi de aynı görüştedir. Katade ise; ‘Allah’a ibadeti nefsinde büyük gördü’ manasında olduğunu söylemiştir. Ancak lafzın siyakında geçen; ‘toplumu fırkalara ayırması’ politikası (عَلا) lafzının istikbar/zorbalık manasında kullanıldığı yönündeki görüşün daha uygun düştüğünü gösteriyor.
“Toplumu fırkalara/katmanlara/kastlara ayırması” ise; hem el-Mizan’ın sahibi hem de el-Keşşaf’ın sahibi hem de diğer müfessirlerin neredeyse tamamı; maiyeti altında bulunanların güç birliği oluşturup zorbalıklarına karşı gelmelerinin önüne geçmek amacını güden bir politika olduğu konusunda neredeyse hem fikirdirler. Bunun yanında yine aynı âlimler başka görüşlere de yer vermişler ama bu görüşleri çok sessiz bir şekilde dile getirmişler.
Ayet-i kerime külli bir kaideyi belletiyor; Zorbalık/İstikbar içerisinde olanların maiyetindeki halklardan yana bir güvensizlik içerisinde olduklarını ve kendilerine yönelik bu tehlikeyi bertaraf etmek için de maiyetindeki halkları değişik fırkalara ayırdıklarını…
Müslümanların bugün en fazla muzdarip olduğu konu… Ülkelerini işgal eden zalimlere karşı güç oluşturmamaları için, Uluslararası zorba odaklar tarafından; ümmet, ulus devletlere bölündü; ulus devletler, maiyetlerindeki halkları ırkçılığa sevk edecek politikalar güdüyor, daha ileri bir aşamada bu ırklar da kendi içlerinde; ya değişik dünya görüşleri etrafında ya da varsa büyük kabileler bağlamında küçük gruplara dönüştürülmek için uğraş veriliyor. Bugün İslam halklarının tamamının durumu bundan ibarettir. Hatta dünya halklarının durumu bundan ibarettir. Bundan dolayı da asrın en büyük zorbası (dünün mustazaflarının torunları) siyonizme karşı duramıyor, durmaya cesaret edemiyor.
Ülkemizde de Kürd sorunu etrafında geliştirilen politikalar da bundan ibarettir. Hak hukukun konusu olan bu konu maalesef siyaset arenasının bir figüranı haline getirilmiş. O yüzden tefsir yazısında siyasetin malzemesine dönüştürülmüş bir konuya fazla girmek istemiyoruz. Ama şunu hatırlatmak yerinde olacak; bu tür ayrıştırıcı, ötekileştirici politikaların zorbaların işi olduğunu ifade ediyor ayet-i kerime… Allah (cc)’a ve ahiret gününe iman etmiş bir Müslüman böyle bir politikanın arkasından sürüklenemez, çıkar yol olarak bu politikaları göremez. Aksi durumdan Allah (cc) muhafaza etsin.
Bir diğer husus da ayetin devamında değinilen “Ve onlardan bir kısmını zayıf bırakıyordu.” Bunu da “Erkeklerini öldürüp kadınlarını hayatta bırakmak” suretiyle yapıyordu.
Ayet-i kerime bir nükteye ince bir şekilde dikkat çekiyor; “Zayıf toplum yok, zayıf bırakılmış toplum vardır.” Çünkü her topluma kendilerine sahip çıkılması, güçler ve kuvvetlerinin derlenip toplanılması, imkânlarının değerlendirilmesi için Allah (cc) tarafından hediye edilmiş (yetenekli, donanımlı ve o toplumun dertlerini yüreğinde hisseden) erler, mutlaka vardır.
Toplumu zayıf bırakmaya çalışan şahıs veya sistemler söz konusu toplumun bu taifeden sayılan bireylerini hedef alır. Ayet-i kerimenin değindiği “Erkeklerini öldürüyor, kadınlarını ise sağ bıraktırıyordu” ibaresi buna işarettir. Zira “erkek” genel olarak toplumun bakanları, “kadın” ise bakılanıdır. Erkekleri bir şekilde bertaraf etmek toplumu bakımsız, dolayısı ile zayıf bırakmaktır.
Bu bağlamda; bir toplumun âlimlerini, idarecilerini, sanat erbabını hedef edinmek, bir şekilde onları bertaraf etmek veya onlarla toplum arasına engeller koymak o toplumu mustazaf kılma girişiminden başka bir şey değildir. Ve bu sıfat firavunlara yakışan bir sıfattır. Cumhuriyetin, kuruluşundan bu yana, özel olarak Kürd toplumu içerisindeki, genel olarak tüm Türkiye’deki halklar içerisindeki âlimleri, idarecileri hedefe koyması bu firavuni politikanın hala devam eden ve günümüze yansıyan şeklinden başka bir şey değildir.
Çünkü o bozgunculardandı
Firavun bozgunculardandı. Zira hulkiyette asıl olan yeryüzünün tamamının bütün insanlar için yaratıldığıdır. Dolayısı ile herkes oradan kendi kesbi ve cehdi oranında hak ettiği kadar faydalanma hakkına sahiptir. Asıl olan dayanışmadır, yardımlaşmadır. Bu yürürlükte olduğu zaman refaha doğru ilerleme söz konusu olur. Ama eğer bir taifenin lehine başka bir taife bu haktan haksız bir şekilde mahrum edilmeye çalışılırsa, bir taifenin alın terine zorbalıkla el konulursa bu taifeler arasında sürtüşmeye ve neticede fesada neden olacaktır.
Zorbalıkla yeryüzünde fesadın yayılmasına neden olanlar bu hesaplarla uzun süre hatta ebediyen geleceği ipotekleri altına almayı, dolayısıyla kendi zamanlarındaki nesilleri kendilerine köle edindikleri gibi gelecek nesilleri kendi nesillerine köle yapmanın hayallerini kurarlar.
Oysa onlar bunu yaparken, Allah (cc); “Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları vârisler kılmayı diliyorduk.” “Ve Allah (cc) bir şey dilediği zaman ona ol der, o da hemen oluverir.”
Ayette geçen (نّمُنّ) kökü ağırlıktan gelir, منة ağır nimet manasına gelir. Zira verilen nimet kıymetine göre insana sorumluluk yükler bu da insanda manevi bir ağırlık oluşturur.
(أَئمّةً) kelimesi ile kast edilen hakkında; İbn-i Abbas: ‘hayırda önderler’, Mücahid: ‘hayra davet edenler’, Katade ise; Maide suresinin 20. Ayetindeki "وجعلكم ملوكا" lafzını delil göstererek bunun; hükümdarlar ve krallar’ manasında olduğunu söylüyor. Aynı şekilde İmam Kurtubi de daha kapsayıcı bulduğundan Katade’nin görüşünü tercih ediyor.
Onları vârisler kılmak istiyorduk; Varis olacakları topraklar kendilerine bu zulme reva gören Firavun ile ona her türlü desteği veren Kıptiler’in topraklarıdır, onların mülküdür. A’raf suresi 137. Ayette değinilen “Yerin doğusu ile batısı” lafzının Mısır ve Şam topraklarını kast ettiği alimler tarafından ifade edilmiştir.
Firavun ile Hâmân`a ve ordularına, onlardan (İsrailoğullarından gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).
Yazının girişinde de ifade edildiği gibi bu ayetler zulüm altındaki mü`min kullara bir müjdedir. Onlara her türlü zulmü reva gören ve onların esaretini artırmak ve ebedileştirmek maksadı ile her türlü yola başvuranlar eninde sonunda korktukları ile karşı karşıya gelecek ve aldıkları tedbirler de hiçbir işe yaramayacaktır. Ve bunlar Allah (cc) katında da insanların yanında zulüm ile anılıp lanetlenecekler.
Son ayette Allahu Teâlâ açık bir şekilde hem Firavun ve onun yardımcısı/veziri(daha doğrusu akıl hocası) Haman ve onların orduları… Bu iktidardan nemalanıp diğer halkları bu nemaları için tehlikeli görüp bu tehlikenin bertaraf edilmesi için her türlü tedbiri meşru görenler eninde sonunda korktukları ile karşılaşacaklardır. Tıpkı Firavun ve onun destekçilerinin korktukları ile karşılaştıkları gibi…
Son olarak Kuşeyri’nin esaret altında olan Müslüman toplumlara olan bir müjdesi ile kapatalım. Kuşeyrî der ki: Kim, Allah için O`nun kazasına sabrederse, Allah da ona, veli kullarıyla arkadaş olmayı nasib eder. İşte İsrailoğulları, Firavun ve taraftarlarının şiddetli işkencelerine sabrettikleri için, Allah onların soyundan peygamberler ve krallar gönderdi ve âlemde hiçbir kimseye vermediği şeyi onlara verdi.
Faruk Hamza / İnzar Dergisi / Mart 2012