Mustafa Karakaş / Doğruhaber / ANALİZ

15 Temmuz 2016 yılı Türkiye tarihinin en karanlık gecelerinden biri idi. Köprüye tankların konuşlandığı, halkın başına bombaların yağdırıldığı, ülkenin cumhurbaşkanının katledilmek istendiği, meclisin bombalandığı sıradışı bir darbe girişimi.

Şüphesiz bu darbe girişiminde bulunan FETÖ yapılanmasının zihin kodları, yaşadığı tarihsel süreç dikkatli bir şekilde incelenmeden, örgütün karakter haritasının dökümü yapılmadan yapılacak tüm analiz ve yaklaşımlar nakıs kalacaktır.

FETÖ yapılanmasının bilinen en önemli özelliklerinden biri takiyedir. Olduğundan farklı görünme olarak özetleyebileceğimiz takiyenin en önemli sebebi Kemalist sistemin dindarları yok sayan yaklaşımları idi.

FETO`yu tanımayan kişiler ve kurumlar, FETO`nun takıye ve gizlenme prensibini orduya sızarak orduyu İslamileştirmesi olarak algıladı. Ne var ki bir CIA projesi olan bu yapı 1980`den sonra ordudaki Amerikancı kanadı da arkasına alarak yayıldıkça yayıldı. FETÖ projesinde asıl amaç orduyu İslamileştirmek değil; orduyu ve ülkeyi Amerika`nın hizmetine amade kılmaktı. Nitekim 15 Temmuz, Amerikan merkezli bir dış politikadan uzaklaşan Türkiye`yi tekrar Amerikan güdümlü bir siyasete mahkûm etmek içindi.

12 Eylül`de Kenan Evren`e methiyeler dizen Fetullah Gülen`in ömrü boyunca zalimlere, güç merkezlerine kafa tuttuğu vaki olmamıştır. Kenan Evren`in, 12 Eylül sonrası seçmeli din derslerini zorunlu hale getirmesini “bu iş, öyle büyüktür ki, hiç sevabı olmasa da bu icraatı ona yeter, Evren cennete gidebilir” şeklinde yorumlayan Gülen, güç merkezlerine bir yandan biat ederken diğer yandan sözde İslami çalışmalarını da sürdürür. Bu çalışmalardaki asıl hizmetin ABD`ye olduğu ise uzun yıllar sonra anlaşılacaktı. Eğer Kemalist oligarşi dine ve dindarlara hayatı zehir eden bir anlayışta olmasaydı FETO`nun ABD güdümlü olduğu Türkiye`nin tüm kesimleri tarafından daha rahat anlaşılacaktı. Yani diğer darbelerde bariz günahkâr olan Kemalizm bu darbede dolaylı günahkârdı.

12 Eylül darbecilerini “Hızır gibi yetiştiler” şeklinde taltif eden Gülen ilginçtir ömrü hayatı boyunca ülkedeki diğer İslamcılarla bir karede asla ama asla yer almayacak, aynı karede görünmemeye titizlikle dikkat edecekti.

Sol Kemalist çizginin “İslamcı” saydığı; İslamcıların “İslamcılığı kendinden menkul” diye değerlendirdiği bu yapı terminolojik olarak İslamcı sayılamazdı. İslamcı sayılamayacağının yüzlerce örneği ve kendi beyanları da bu yöndeydi.

Bu analizimize yüzlerce örneği sığdıramayacağımıza göre bundan yirmi yıl öncesine 1997 yılına gidelim…

28 Şubat olmuş, dönemin İslamcı başbakanı Necmeddin Erbakan başbakanlık koltuğundan edilmiş, Gülen yapılanması İslamcı Erbakan`a karşı solcu Ecevit`i desteklemişti.

Evet, Erbakan koltuğundan edilmiş, başörtü ile eğitim görmek yasaklanmış, MGK kararları ile ülke yaşanmaz bir hale getirilmişti. Bu post modern darbe sürecinde on binlerce Müslüman taciz, tutuklanma, işkence süreçleri yaşarken Gülen takiyenin dibini sıyırmış ve Kemalist cuntaya selama durmuştu.

“Asker yanlış da yapsa MGK kararlarıyla sevap almıştır”  ifadesi ile İslam şeriatının fıkıh anlayışındaki bir doğruyu batıl bir cuntanın emrinde pespaye etmeye çalışan Gülen, MGK kararları ile hangi cennete yükseldiğini de elbette taraftarlarına açıklamamıştı.

Çevik Bir`e “okullarımızı emrinize vermeye hazırım” cömertliğinde bulunan Gülen örgütünün 15 Temmuz öncesine giden süreçte dershanelerin kapatılmasına gösterdikleri direnç hatırlanırsa, Çevik Bir`e gösterilen alicenaplığın Erdoğan`a neden gösterilmediği de sorulabilir. Fakat 28 Şubat sonrasında Gülen grubunun devlet kademelerinde daha görünür bir hal alması, bu süreçte devletin baskısına uğramayan tek yapının bunlar olması akıllarda şayia olarak kaldı.

28 ŞUBAT SÜRECİNDE FETÖ

Adına Refah-Yol denilen Erbakan-Çiller koalisyonun, iç ve dış politikada Amerikan etki alanından çıkmaya çalışması, D-8`lerin kurulması, merhum Erbakan`ın ‘`Rantiye`` dediği iş dünyasının ve yine merhumun deyimi ile kartel medyasının “besleme” olmaktan çıkarılması, küresel ve yerli kapitalistlerin öfkesini üzerine çekti.

Medya, Anadolu tarihinin görüp görebileceği en pespaye manşetleri atmaktan çekinmemekte; ABD güdümlü cunta yapılanması ise merhum Erbakan`a ve Çiller`e yönelik, küstah açıklamalarda bulunmayı rutin bir görev bellemişti.

Tanklarla iktidara balans ayarının verildiği, dindar insanların Başbakanlık`ta ağırlanmasının gericilik olarak adlandırıldığı ve tehdit dilinin yüksek volümlü olduğu o yıllarda, Fetullah Gülen, Türkiye`deki tüm İslamcıların aksine, darbeye arka çıkıyor; sivil siyaseti yerden yere vuruyordu.

Burada asıl ve en önemli neden bu darbenin Amerikancı bir darbe olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle 1980`den sonra ABD`ye teşne olan bu yapının, Amerikan darbesine karşı çıkması tasavvur edilemeyeceği gibi Amerikan güdümlü cuntacıların da bu gruba operasyon düzenlemesi mümkün değildi. Nitekim o yıllarda hem doğuda hem de batıda binlerce Müslüman işkencelerden geçerken; ordudan atılırken bunların kahir ekseriyetinin bu örgütten olmaması, hatta bu örgütten hazzetmeyen İslamcı diğer gruplardan olması bu tezimizi doğrulamaktadır.

FETÖ`cülerin, “Hocaefendi 28 Şubattan dolayı hicret etti!” iddiası da realiteye uyan bir iddia değildir. Zira Gülen`in, yurt dışına çıktığı tarih yani 1999 yılı cuntanın baskısının önceki 2 yıla nispeten zayıfladığı yıllardı. 1998 yılında papa ile dinler arası diyalog namına görüşen Gülen`in arkasında bu denli batı desteği varken hedef alınabilmesi mümkün görünmüyordu.

Kaldı ki “asker yanlış yapsa da MGK kararlarıyla sevap almıştır” diyen bir örgüt ve lideri, asker tarafından neden hedef alınsın ki.

Peki, Gülen 28 Şubat`ı neden desteklemişti?

28 Şubat sürecinin en çok hangi noktada tahribata neden olduğu anlaşılırsa Gülen yapılanmasının da bu süreçten nasıl yararlandığı daha net ortaya çıkar.

28 Şubat süreci bin yıl sürmesi öngörülen bir süreçti. Darbe her ne kadar siyasi ve ekonomik hayatta Müslümanların genel gidişatına şiddetli bir darbe indirse de, en ağır darbe eğitim konusunda oldu. İmam Hatiplere uygulanan katsayı zulmü, başörtülülerin üniversitelerden kovulması sürecine Gülen`in başörtüsü füruattır, yani başınızı açabilirsiniz fetvası eklendiğinde, fotoğraf netleşiyordu. Kapatılan İmam Hatiplerin yerine, dindar muhafazakâr kesim için çocuklarını eğitebilecek tek bir kurum kalmıştı: o da Gülen okullarıydı…

Nitekim bu okullar, İmam Hatipler, resmiyette olmasa da kapalı olduğu için dindar muhafazakâr ailelerin çocuklarını gönderdiği bir merkez haline geldi. Ve büyüdükçe büyüdü.

Hülasa 12 Eylülcülerin eli ile askeri okullara sızma yapmaya başlayan Gülen yapılanması 28 Şubat`tan da faydalanmış, eğitim hayatını dizayın etmeye başlamıştı. Nitekim hükümet ile yaşanan dershane krizinin perde arkası hükümetin 4+4+4 sistemi ile imam hatiplerin önünü açması idi. Elbette hükümetin İmam Hatip liselerinin önünü açan bu değişimine açıktan cephe alamazlardı. Ne var ki iktidar ile yaşanan gerginliklerin, MİT krizinin bu dönemde yani 2012 yılında yaşanmış olması “FETÖ, elindeki eğitimde 1 numara olma ve muhafazakâr eğitimde kartel olma avantajını kaybettiği için gerginlik süreci başladı” yorumunu haklı kılıyordu.

Analizimizi Gülen`in Zaman gazetesi yazarlarından İsmail Ünal`ın, kendisiyle yaptığı söyleşi kitabında verdiği cevaplar ile bitirelim

İsmail Ünal: 28 Şubat, ülkenin daha iyi bir noktaya gelmesi adına Türkiye`de bazı süreçleri geciktirdi mi?

Gülen: Geciktirmedi aksine hızlandırdı. Hatta 28 Şubat, Türkiye`de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı

Aslında bu cevap Gülen`in durduğu yerin özetidir.