Doğruhaber

Kur'an'da iman, yalnızca zihnî bir inanma değil; bunun yanında kişinin dinî naslarla belirlenmiş olan esaslara uyacağına dair gönüllü bir taahhüdü olarak değerlendirilmek suretiyle iman ile ahid arasında sıkı bir münasebet kurulmuştur. Böylece Kur'an'a göre ahde vefâ, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına sokmuş olan müminin ahlâkî bir borcudur. Bu sebeple Kur'an ahdin önemi üzerinde ısrarla durmuştur. İster Allah'a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük için ehliyet şartlarını taşıyan bir insanı borçlu ve sorumlu kılar. İslam ahlakında bu sorumluluğun yerine getirilmesine "ahde vefâ" veya "ahde riâyet" denir ki, her iki tabir de Kur'an'dan alınmıştır. "Sözünde durmak, verdiği sözlere bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak" gibi anlamları içine alan ahde vefâ, İslam ahlakının en önemli prensiplerinden biridir. Ahlakçılara göre ahde vefâyı yüksek bir fazilet haline getiren husus, kişinin taahhüdünün aksini her an yapma imkânına sahip olduğunu bilmesine rağmen, kendisini verdiği söze bağlı hareket etmek zorunda hissetmesidir.

Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde kâmil müminin vasıfları sayılırken, onların ahde vefâ gösterme özelliklerine işaret edilir. Kur'an'da ahde vefâ ile ilgili ayetlerde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, Müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde uygulamada bulunulması emredilmektedir. Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi ahde vefâ göstermede de ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Hz. Peygamberimiz ‘in Hudeybiye Antlaşması'ndan hemen sonra, yanındaki Müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebu Cendel'i antlaşmanın gereği olarak müşriklere iade etmesi, O'nun verdiği söze bağlılığının en canlı örneklerinden birisidir. O'na "el-Emîn" sıfatının düşmanları tarafından bile verilmesinin, kendisinin ahde vefâ ve emanete riayet faziletine kemaliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde ahde uygun hareket edilmesini imandan saymış, ahde aykırı davranmayı ise nifak alametleri arasında göstermiştir. Zira sözünde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde bulunan sadakat kavramı ile çelişmektedir. Hâlbuki gerek Kur'an'da, gerekse hadislerde ahde vefâ ile sadakat arasında kopmaz bir bağ bulunduğu belirtilmiştir.

İnsanların toplum hayatının gereği olarak birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin esaslarına uygun hareket etmelerinin, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirmelerinin önemi üzerinde ısrarla duran İslam ahlakçıları, bu konuyu ekseriyetle "dilin afetleri" başlığı altında incelemişlerdir. Ahlakçılar, herhangi bir vaadde bulunurken, ileride ahde vefâ göstermeyen bir kişi durumuna düşmemek için, yerine getirilemeyecek hususlarda düşünmeden hemen "evet" demek yerine, söz veren tarafın ahdini yerine getirmesini engelleyen meşrû bir sebebin baş gösterebileceğini dikkate alarak, sözün ardından, "inşallah" denilmesini tavsiye etmişlerdir.  

Ahde vefâ bir ahlak kuralıdır. Bu kaideye uyan, Allah'a verdiği ahde riayet eden, bu şuura varan kimseyi Allah sever ve ikramına nail eder. Fakat Allah'ın ahdini ve verdiği yeminleri az bir pahaya değiştiren bir kimsenin ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah'ın indinde hiçbir değere sahip değildir. İnsanlar arasında da kimse ona değer vermez ve onu tezkiye edip temize çıkaracak kimse de olamaz. Ahde vefâ ve diğer hususlardaki ahlaki kaide şudur ki; önce bütün ilişkilerde sorumluluk, Allah'a karşı olmalıdır. Öyle ise, Allah'ın gazabını icap ettiren hareketlerden sakınıp, rızasına nail olmaya çalışmak lazımdır. Bu konuda menfaat duygusu, yani basit kişisel çıkar hiçbir zaman ölçü olamaz. Toplumlar topyekûn sapıtsa, hak yolundan ayrılsa bile mümin için değişen hiçbir şey olmaz. Bu kural yine olduğu gibi kalır. Zira bu, Allah tarafından hükmedilmiştir. Rasulullah müşrik bir toplumda bile bu kaideye uymuştur. Bu kural, Allah'ın rızasını celbedecek, takvasını kazanacak bir ahlak kaidesidir.