Vahyin derece ve çeşitleri çoktur. Sakın 'vahyin derecelerini bilmek, vahiy mertebesine varmayı gerektirir' zannına kapılma! Çünkü doktorun, hastaya, sıhhat derecelerini tanıtması, âlimin fâsıka adalet derecelerini öğretmesi uzak bir şey değildir. Hâlbuki sıhhat derecelerini bilen hasta ve adalet derecelerini bilen fasık, sıhhat ve adaletten uzaktır. Bilmek ayrı şey, bilinenin varlığı ayrı bir şeydir. Bu bakımdan, peygamberlik ve veliliği bilen her insan, peygamber ve veli olamaz. Takvayı ve inceliklerini her bilen insanın muttaki olmadığı gibi...

İnsanlar üç kısma ayrılır…

1) Kendiliğinden bilenler,

2) Ancak öğretmekle bilenler,

3) Kendisine öğretimin ve ikazın faydası olmayanlar.

İnsanların bu şekilde taksim edilmesi arazinin şu kısımlara ayrılması gibidir:

1. Suyun birikmesiyle kuvvetlenen, kendiliğinden pınarlar meydana getiren arazi

2. Suyu yüze çıkarmak için kazılmaya muhtaç arazi

3. Kuru bir toprak ki, kazmakla dahi su vermez. Bu toprak cevherinin değişik sıfatlarından ileri gelir.

Akıl cevheri hakkındaki ihtilâf da aynen böyledir. Aklın farklılığına delâlet eden naklî delillerden bazıları şunlardır.

Abdullah b. Selâm (r.a), son kısmında Arş'ın büyüklüğüne dair malûmat bulunan şu hadisi Rasûlullah'tan nakleder:

Melekler şöyle derler:

- Ey rabbimiz! Arşından daha büyük bir şey yarattın mı?

- Evet, aklı yarattım.

- Aklın kıymetine ulaşan nedir?

- Heyhat! Hiç kimse bunun bilgisine sahip değildir. Ey meleklerim! Acaba sizde, kum tanelerinin adedini bildiren bir ilim var mı?

- Hayır!

- İşte ben, kumların adedi gibi akılları da çeşitli dereceler halinde yarattım. İnsanların kimisine bir kum tanesi kadar verdim. Kimisine iki, kimisine üç, kimisine dört ve kimisine bir ölçek, kimisine bir çuval, kimisine de bunlardan daha fazla...

Eğer 'Bir takım sûfîler bu kadar şerefli olan aklın aleyhinde neden bulunmuş, neden aklı ve akılla bilinen ilimleri kötülemişlerdir dersen, şöyle cevap veririz: Sûfîlerin akla ve akılla bilinen ilimlere hücumlarının sebebi şudur:

Halk, akıl ve mâkul kelimelerini, hasmı susturmak ve tenkit etmek için kullanılan mücadele ve münazara ilimlerine bağlamışlar. Buna da Kelâm Sanatı denilmiştir.

Bu bakımdan akla ve akılla bilinen ilimlere hücum eden sûfiler halka 'Siz yanılıyorsunuz. Mücadele ilmine akıl denilmez' demeye muktedir olmadıkları için akla veryansın etmişlerdir.

Bu ilme, uzun zamandan beri akılcılık denildiği ve kalplerde böylece yerleştiği için artık oradan sökülmesi, neredeyse insan gücünün dışındadır. İşte bu bakımdan, sûfîlerin zannettiği ve kötülediği akıl ve akılla bilinen mâkul ilimler, avamın nezdinde ve halk arasında akıl ismini taşıyan mücadele ve münazara ilmidir.

Allah Teâlâ`nın bilinmesine ve peygamberlerin doğruluğuna mi'yar (ölçü) ve mizan (tartı) olan, bâtının basiret nuru olan akla gelince, onun kötülenmesi tasavvur dahi edilemez. Çünkü Allah Teâlâ bu aklı çeşitli vesilelerle övmektedir. Eğer o akıl kötülenirse, artık ondan sonra övülecek ne olabilir? Eğer şeriat, övülen ve sena edilen bir nizamsa o vakit soruyoruz:

- Bu övülen şeriat ne ile bilinmiştir?

Şüphesiz akılla bilinmiştir. Bu bakımdan, şeriatın bilinmesine vesile olan akıl, hakikate uygun olmayarak kötülenirse, şeriatın da kötülenmesi gerekir. (Madem ki şeriat kötülenemiyor, o halde, bilinmesine ve doğruluğuna vesile olan basiret nuru olan akıl da kötülenemez).

'Şeriat, yakînin gözüyle ve imanın nuruyla bilinir, akılla değil!' diyen bir kimsenin sözüne iltifat edilmez. Çünkü o, yakîn gözünden ve iman nurundan neyi murad ediyorsa, biz de akıldan aynı şeyi murad ediyoruz.

Bizce akıl, insanı hayvandan ayıran bâtınî sıfatın ta kendisidir. Akıl her şeyin hakikatini bildiren tefrik edici bir sıfattır. Onunla eşyanın hakikati bilinir. Bu kör dövüşlerinin çoğu, hakikatleri terim ve tabirlerden elde etmeye çalışan kimselerin cehaletinden doğmaktadır. Bu cehalete giriftâr olan topluluklar, halkın terimler hakkındaki değişik görüşlerinden dolayı bu felâketlere sürüklenmişlerdir. Akıl hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Allah herkesten daha iyi bilendir!

 (İhyau Ulumi`d-Din)