“Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab’lerine dua ederler.” (Secde,6)
Hasan-ı Basrî’den şöyle rivayet edilir:
“Allah’tan (c.c.) sadece mü’min korkar, O’ndan ancak münafık güvende olur.”
Korku ve umut arasında itidalli bir şekilde yaşamak mü’minlerin belirli özelliklerindendir. Korku, umutsuzluğa; umudun da kötülükleri önemsiz görmeye götürmemesi gerekir. Kamil mü’min bu konuda ölçüyü tutturan kişidir. Mü’min; cehennem korkusu ve cennet umudu arasında kulluk şuuruyla ibadet eder. Bu iki duygu, insan-ı kamil olmak için insana verilmiştir. Bu duyguları yerinde ve doğru bir şekilde değerlendirmek gerekir. Allah’tan korkmaya, kabir azabından, kıyamet dehşetinden ve cehennemden korkmaya vesile olan korku duygusu insanı takvalı olmaya yöneltir. Muttaki olmanın yolu bu duyguyu yerli yerinde kullanmaktan geçer.
Mü’minler Allah’tan umut kesmemekle de yükümlüdürler: “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin” (Zümer, 53). Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur’an, mü’minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur: “Rabbiniz bol rahmet sahibidir” (En’am,147).
Korku ve umut birbirini bütünleyen ve mü’mini kemale erdiren iki niteliktir. Bu nedenle Kur’an mü’minleri tanımlarken iki niteliği birlikte anar: “Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab’lerine dua ederler.” (Secde, 6).
Ashab-ı Kiramı düşünen kimse onların hem ciddî bir amel ve çaba, hem de büyük bir korku içinde olduklarını görür. İşte örnekler:
Hz. Ebû Bekir (r.a.) dilini tutar ve “İşte beni, belâlara bu soktu” derdi. Çok ağlar ve “Ağlayın, ağlayamazsanız ağlar gibi yapın” derdi. Namaza kalktığında, bedeni Allah korkusundan sanki bir odun kesilirdi.
Hz. Ömer (r.a.) Gece Kur’an okurken bir âyetten ötürü dehşete düşüp hasta olduğu ve günlerce evinde kaldığı; insanların onu hasta sanarak ziyaret ettikleri olurdu. Yüzünde ağlamadan dolayı oluşmuş iki siyah çizgi vardı.
İbn Abbas ona: “Allah senin vesilenle şehirler kurdurdu, seninle fetihler yaptırdı ve şöyle şöyle yaptırdı” dediğinde:
“Keşke sevapsız ve günahsız olarak azaptan kurtulabilsem” dedi.
Hz.Osman (r.a.) Bir kabrin başında dursa sakalı yaşarana kadar ağlar ve: “Şayet hangisine girmekle emrolunacağımı bilmeksizin cennet ile cehennem arasında bulunsam hangisine gideceğimi bilmeden önce kul olmayı tercih ederdim.” derdi. Hz. Ali (r.a.) “Uzun emel ahireti unutturur, hevâ hevese uymak ise haktan engeller. Dikkat edin! Dünya çekmiş gidiyor, ahiret ise bize doğru gelmekte. Her ikisinin de adamları vardır. Siz dünya değil ahiretin adamlarından olun. Zira bugün amel var hesap yok, yarın hesap var amel yok.”
Ebû Derdâ (r.a.) şöyle derdi:
Kıyamet günü en korktuğum şey bana: “Ey Ebû Derdâ, bildin. Peki, bildiğinle nasıl amel ettin!” denilmesidir. Yine şöyle derdi: “Ölümden sonra karşılaşacağınız şeyleri bilseydiniz iştahla yemek yemez, su içmez, gölgelenmek için evlere girmezdiniz. Dağlara çıkar göğüslerinize vurur ve kendiniz için ağlardınız…”
İbn Abbas (r.a.) ‘ın iki gözünün altında gözyaşından meydana gelmiş, ayak bağı gibi bir iz vardı.
Ebû Zer (r.a.) kendisine beyt’ül maldan maaş teklif edildiğinde: “Bizde sütünü içtiğimiz bir keçi, üzerinde eşya taşıdığımız merkep, hizmet eden hizmetçi, bir de aba var ve ben bunların hesabından korkuyorum; öyleyken maaşın hesabını nasıl vereyim?”
Temim-i Dârî bir gece, Câsiye sûresini okurken: “Yoksa kötülükleri işleyen kimseler kendilerine inanıp salih ameller işleyenler gibi davranacağımızı mı sandılar” (Câsiye, 21) âyetine geldiğinde bunu sabaha kadar ağlayarak tekrarladı durdu.