Akıl hususunda insanlar çeşitli görüşlere sahiptir. Tahsili az olup da ileri geri konuşanların akıl hakkındaki fikirlerini nakletmekte hiçbir fayda görmüyorum. Belki, en güzel hareket, acele etmek kaydıyla, hakkı beyan etmektir. Buradaki açık hakikat şudur:

Aklın dört kısmından ikincisi hâriç, diğerleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İttifakla kabul edilen ve hakkında hiç bir ihtilâf olmayan ikinci kısım, muhalin muhal ve mümkünün de mümkün olduğunu belirten zarurî ilimdir. Çünkü iki sayısının bir den fazla olduğunu bilen her insan, bir cismin, aynı zamanda iki yerde olmayacağını ve bir şeyin hem hâdis, hem de kadim olmasının muhal olduğunu bilir. Bunların benzerlerinde, şeksiz ve şüphesiz idrak edilen her şeyde de hüküm böyledir.

Aklın diğer üç kısmına gelince, ileride de bahsedeceğimiz gibi, onlar hakkında çeşitli ve farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Kuvvetin istilâsıyla şehvetlerin yok olmasından ibaret olan dördüncü kısma gelince, bu konuda, insanların farklı oldukları gizlenmez bir hakikattir. Belki aynı şahsın çeşitli durumları da, bu konuda farklı olabilir. Bu farklılık bazen, şehvetin farklılığından ileri gelir. Meselâ, akıllı bir insan bazı şehvetlerini terk etmeye muktedir olduğu halde, bir kısmından vazgeçememektedir. Fakat terk etmediği şehvetlerde de sebatı yoktur. Çünkü genç bir insan, bazen, gençlik sâikiyle zinayı terk etmekten acizdir. Ancak büyüdüğü ve aklî melekeleri tamam olduğu zaman buna muktedir olabilir. Riya ve riyaset şehvetini terk etmek yaş ilerledikçe zorlaşır. Tam zina şehvetinin aksine...

Bu ayrılığın sebebi, bazen, şehvetin çoğundan doğacak tehlikeyi bildiren ilme bağlıdır. Bunun için, zarar verici birtakım yemeklerden, doktor, kendi nefsini koruduğu halde, onunla eşit akla sahip, fakat doktor olmayan bir insan, kendisini bazen muhafaza edemez.

Hâlbuki o doktor gibi, bahis mevzuu yemeğin zararlı olduğuna, kısmen de olsa inanmaktadır. Fakat doktorun bilgisi, bu konuda daha fazladır ve korkusu da o nispette şiddetlidir. Bu bakımdan korku, aklın askeri ve şehvetleri kırmak hususunda aklın elindeki silâhtır.

Böylece âlim, ilminin kuvveti ve günahlardan gelen zararlara daha fazla vakıf olması hasebiyle cahilden, günahları terk etmek hususunda daha muktedirdir. Âlimden gayem; hakikî âlimdir.

Eğer farklılık şehvetten gelirse, akıldan gelen gibi olamaz. Eğer ilim cihetindense ki bu ilme, akıl da denmiş o vakit bu farklılık, akıl tabiatını takviye eder ve dolayısıyla böyle bir ilme akıl ismini verdiren sebebe bağlanır. Farklılık, bazen de, akıl cevherinin durumundan kaynaklanır. Meselâ, akıl cevheri kuvvetlendikçe şehvetleri yok etmesi de o nispette güçlü olur.

Tecrübî ilimlerden ibaret olan üçüncü kısmına gelince, insanların buradaki farklı görüşleri, inkâr edilemez bir hakikattir. Zira çok isabet ve süratle idrak etmek hususunda farklıdırlar. Bunun sebebi; ya akıl cevherindeki veya tecrübelerindeki farklılıktır. Akıl cevherindeki ayrılık ve farklılığın inkâr edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu farklılık, nefsin üzerine doğan bir nur gibidir. Sabahları doğar ve ışığının parlaması erginlik çağma yakın bir zamanda iyice görünür ve böylece, devamlı bir şekilde, tedricî bir gelişme kaydeder. Bu gelişme kırk yaşına kadar, günden güne tekâmül eder.

Bunun benzeri, sabahın ışığıdır. Çünkü bu ışığın başlangıcı zor idrak edilecek derecede gizlidir. Yavaş yavaş artmaya başlar. Bilâhare, güneşin doğmasıyla kemâle erişir. Basiret nurunun ayrılığı ve farklılığı, göz nurunun ayrılık ve farklılığı gibidir. Gözü az görenle, her çeşit göz hastalığından salim olanın arasındaki fark bilinmektedir. Belki, Allah Teâlâ'nın ilâhî âdeti, bütün mahlûkatın varlığında tedriç yolunu takip etmektir. Hatta şehvet bile buluğa eren bir çocukta sık sık ve ansızın görünmemektedir. Belki tedricî bir şekilde, yavaş yavaş gelişmektedir. Her kuvvet ve sıfat da böyledir. Bu bakımdan insanların, şu akıl cevherindeki çeşitliliği inkâr eden bir kimse, akıldan nasibi olmayana benzer.

Rasûlüllah'ın aklını, herhangi bir köylünün veya medeniyetten zerre kadar nasibi olmayan bir bedevinin aklı gibi zanneden bir kimse, haddi zatında, ilim ve irfandan mahrum göçebe ve köylüler den akılca daha aşağıdır. Aklın çeşitliliği nasıl inkâr edilebilir? Eğer bu çeşitlilik olmasaydı, insanlar ilim anlayışında ihtilâfa düşer miydi? Anlayışsız, ahmak ve hocasının derslerini ancak uzun uğraşması neticesinde idrak eden kimse ile meseleleri ufak bir işaretle kavrayan, zeki, mektepsiz ve medresesiz emirlerin hakikatini kendi zekâsıyla kavrayan kimselere ayrılmayacaklardı.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ne doğuya ve ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. (Öyle mübarek bir ağaç) ki, nerdeyse ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl parıldır.”

(Nur/35)

Bu ayetteki misal, peygamberlerin misalidir. Çünkü peygamberlerin bâtınlarında öğretmek ve dinlemeksizin çözülmesi zor olan birçok emirler açıklığa kavuşur. Bu durum, ilham diye tabir olunur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmak suretiyle bu durumu açıklamıştır:

“Ruh'ul-Kudüs (Cebrail) nefsime şu hakikati üfledi: 'İstediğin kimseyi sev, (sonunda) muhakkak ondan ayrılacaksın. İstediğin kadar yaşa, (sonunda) muhakkak öleceksin. İstediğin ameli yap, (sonunda) muhakkak onun karşılığını göreceksin.”

Meleklerin, peygamberlere bu çeşit bilgi vermeleri, kulakla dinlemek ve gözle meleği görmekten ibaret olan açık vahiyden daha başkadır. İşte bunun için, Hz. Peygamber bu şekil bir bilgiyi nefse üflemek diye tabir etmiştir.

(İhyau Ulumi`d-Din)