CİHAN ÖNDERİ
Biz Müslümanlar, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'ya "Server-i Alem" (Cihan Önderi, Dünya Lideri) deriz. Bunun sade ve basit anlamı, "Dünyanın Lideri" (Serdar-ı Alem)dir. Hintçe'de bu deyim için "Jagal Guru" ve İngilizce'de "Leader of the World" ifadesi kullanılabilir. Görünürde bu büyük bir lakaptır. Fakat, bu lâkabın verildiği şahsiyetin bıraktığı eserler o kadar büyüktür ki, kendisine "Server-i Alem" demek bir mübalağa değil, tamamıyla hakikattir.
Bir kere, bir kişiye "Cihan Önderi" lâkabını vermenin birinci şartı, onun belli bir millet veya ırk ya da sınıf için değil, tüm dünya insanlarının refahı ve mutluluğu için çalışmış, bazı olumlu sonuçlar almış olmasıdır. Bütün milletlerin insanlarının, bir kişiyi kendi liderleri olarak tanımaları, o kişinin ancak bütün milletlere aynı gözle bakması, bütün insanlara eşit muamele yapması, hepsinin mutluluğu ve refahı için çalışması ve bir milleti başka bir millete tercih etmemesiyle mümkündür.
Dünyanın liderliği ve önderliğini kazanmanın başka bir şartı, bütün insanlara doğru yolu gösteren kaide ve kurallar getirmektir. Bu kaide ve kurallar, bütün dünyada insanların belli başlı meselelerine birer çözüm getirmelidir. Zaten liderin anlamı başkalarına önderlik etmektir. Ve lidere ancak kurtuluş, refah ve saadet için ihtiyaç duyulur. Demek ki dünyanın liderliği, ancak bütün insanlara refah ve saadet yolunu gösterene verilebilir.
Dünya liderliğinin üçüncü önemli şartı, liderliğin belli bir zaman için olmamasıdır. Aksine, talimatı ve mesajı her zaman ve mekâna uygun, her şarta müsait, her ortam ve her çağ için aynı öneme sahip ve her zaman için geçerli olmalıdır. Bir liderin talimatı bazı zamanlar için geçerli ve uygun, bazı zamanlar için geçersiz ve faydasız olursa, o gerçek bir lider değildir ve ona "Cihan Önderi" lâkabı verilemez.
Dördüncü şart, bir liderin sadece usul ve talimat getirmesi yetmez. O bu usullere ve kaidelere kendisi uymalı ve talimatının tatbik edilir olduğunu kendi hareket ve fiilleriyle ispatlamalıdır. Böyle bir lider, getirdiği talimata dayalı bir cemaat veya cemiyetin kurulup rahat yaşayabileceğini göstermelidir. Sadece fikir, usul ve kaideler ortaya koyan bir kişi ancak düşünür veya filozof sayılabilir, lider değil. Lider olabilmek için bir kişinin talimatını düşünceden eylem haline dönüştürebilmesi gerekir.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın hayatına bir göz atacak olursanız, daha ilk bakışta kendisinin bir yurtsever veya milliyetçi olmadığını, bütün insanlığın sevgisini taşıdığını ve evrensel bir düşünce ve inanca sahip olduğunu anlarsınız. O'nun gözünde bütün İnsanlar aynı ve eşittir. Şu veya bu aile, sınıf, cemiyet, millet, ırk veya ülkeye özel bir ilgi veya bağı yoktur. Zengin, fakir, küçük sınıf, büyük sınıf, siyah, beyaz, Arap, Arap olmayan, Doğulu, Batılı, Sümer veya Aryalar diye fark gözetmez, zira O bütün insanların tek bir soy ve kaynaktan geldiğine inanır. Hayatının hiçbir döneminde, belli bir insan sınıfını tercih ettiği veya onlardan yana olduğunu gösteren tek bir söz söylememiş, tek bir harekette bulunmamıştır.
Allah'a başkaldırmış olan bir kişi mutlaka şu iki hareketten birini yapmaktadır. Ya kendini bağımsız, muhtar ve sorumsuz sanarak keyfine göre hareket eder ki bu onu zalim, serkeş ve gaddar yapar. Ya da, Allah'ın dışında başka ilâh ve putlara tapmaya başlar. Bu cehalet ve bilgisizlik ise dünyada kötülüğün birçok şekilde ortaya çıkmasına sebep olur. Her iki durumda da sonuç vahim olur. Bu da, tabiata karşı gelmek ve tabii olan her şeyi altüst etmekten ileri geliyor. Gözümüzün gördüğü kâinat aslında Allah'ın saltanatıdır. Yer, gök, ay, rüzgâr, su, ışık hepsi Allah'ın tasarrufundadır. İnsan bu saltanatla doğuştan tebaa durumundadır. Şimdi bu saltanatın belli bazı kaide ve kuralları vardır. Bunun bir parçası olan insan kalkıp bu kaide ve kuralları bozmaya, keyfine göre hareket etmeye başlarsa, sonuç iyi olmaz. İnsanın, kendisi üzerinde bir hâkimin bulunmadığını zannetmesi, O büyük varlığa her hareketinin hesabını vermekle mükellef olmadığını sanması, gerçeklere ters düşmekten ibarettir. Böylece kendi başına buyruk kesilip sağa-sola saldırıp, hayat kanunlarını bozmaya çalışması, vahim sonuçlar doğurur. Aynı şekilde, insanın Allah'tan başka bir insan, hükümdar, lider veya kuvvet ve iktidar sahibi birine tapması, ona sevgi veya korkuyla aşırı derecede bağlı olması da yaratılış kanunlarına zıt bir harekettir. Zira Allah'tan başka herhangi bir kuvvet ve varlık tapılacak meziyetlere sahip değildir. Dolayısıyla, bunun sonucu da felâkettir. Tabiat kanunu ve nizamına uymak, iyi ve müspet neticeler almanın tek yoludur. Yani, insan olumlu ve yararlı sonuçlar almak istiyorsa, başını yerde ve gökte tek hâkim olan Allah'a eğmelidir. Benliğini ve isyankârlığını O'na teslim etmelidir. İtaat ve teslimiyetini O'na bildirmelidir. Kısacası, hayatının kaide ve kanunlarını başkalarından değil yalnızca O'ndan almalıdır.
Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)'nın insan hayatının temelden ıslahı için sunduğu geçerli reçete işte budur. Bu öyle hayati bir reçetedir ki, doğu ile batı gibi kavramlardan uzaktır. Yeryüzünde insanların yaşamakta oldukları her yörede ve her iklimde düzensizlik, kötülük ve her türlü hastalığı giderecek ilaç işte budur. Bu inanç ve iman zaman kavramının dışında, hal ve mazi hudutlarının ötesindedir. Bu formül yaklaşık 1400 yıl önce nasıl yeni ve geçerliydi ise bugün de aynıdır ve 10 bin yıl sonra da aynı kalacaktır.
Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'nın sadece kaide ve kanunlar getirmekle yetinmeyip bu kaide ve kanunlara dayalı dinamik, güçlü, kalıcı bir toplum da oluşturduğuna tarih şahittir. Hz. Muhammed (a.s.) 23 yıl gibi kısa bir süre içinde, yüz binlerce insanı İslâmiyet'in çatısı altında toplayarak Allah'a teslim olmalarını sağladı. Onlar sadece kendilerini beğenmişlikten kurtarmadı, aynı zamanda sahte tanrılar ve başka insanlara tapmalarına da son verdi. Sonra hepsini Allah adına birleştirerek yeni bir ahlâk nizamı, yeni bir uygarlık düzeni, yeni bir ekonomik sistem, yeni bir devlet nizamı kurdu ve getirdiği usul ve talimatına dayalı adil ve mesut bir hayat nizamının nasıl tesis edilebileceğini dünyaya fiilen göstermiş oldu.