Nur, karanlık dünyada sahneye çıkıyor!
Cahil halk sert bir tepki gösterir ve O'na birden bire düşman kesilir. Ona küfür eder, taş atar. Bir gün değil, iki gün değil, birkaç ay değil, tam on üç yıl kendisine zulüm eder, eziyet çektirir. Nihayet evinden, ocağından koparıp sürgüne gönderir. Bununla da yetinmez, sığındığı yerde kendisini ve taraftarlarım rahat ettirmez. Bütün Arabistan'ı O'na ve bir avuç taraftarlarına karşı ayaklandırır ve tam sekiz yıl kendileri için suikast hazırlar, kendilerine karşı üst üste seferler düzenleyip, saldırıya geçerler. Fakat bütün bu güçlük ve engellere rağmen o büyük insanın azmi kırılmaz.
Bu halk, bu millet neden kendisine düşman kesilmiştir? Bu bir para ve arazi kavgası mıydı? Bir kan davası mıydı? Yoksa O onlardan bir mal mı talep ediyordu? Hayır, hiçbir şey! Bütün düşmanlık kin ve nefret sırf Allah'a çağırdığı içindi. Onlar hayret ediyorlardı; bu adam bizi neden tek Allah'a inanmaya, itaat etmeye davet ediyor? Bizi neden putperestlik, şirk ve fuhuştan alıkoymak istiyor? Kâhin, keşiş ve rahiplerin ekmeğine niçin mani oluyor? Kabile reislerinin sultasını neden kırmak istiyor? İnsanlar arasındaki farkı neden kaldırmak istiyor? Aşiret kavgaları ve ırkçı taassupların niçin cehalet olduğunu söylüyor? Eski çağlardan beri süregelen toplum düzenini neden bozmak istiyor? Halk demek isliyordu ki: "Senin talimatın aile ve toplum düzenimize ters geliyor, milli geleneklerimize uymuyor. Sen bu işten vazgeç, yoksa seni yaşatmayız."
Peki, bu insan neden bunca baskıya uğradı, neden bu kadar eziyet çekti? Milleti O'na hükümdarlık vermeye hazırdı ve talimatından vazgeçerse, O'nu servete boğmaya hazırdı. Ancak O her şeyi reddetti ve tebliğini, vaazını vermekten vazgeçmedi. Hem de her türlü zorluk ve zulme katlanarak. Bu niçin böyle idi? İnsanlar Allah'a inanıp, dürüst olsalardı, O herhangi bir şahsi menfaat mi elde edecekti? O'nu yolundan caydırmayan iktidar, servet ve başkalarına hükmetmekten daha cazip ve faydalı bir şey mi vardı? Ne gibi bir menfaat O'nu tam yirmi bir yıl her türlü bedeni ve ruhi eziyet ve işkenceye katlanmaya itti? Düşünün; fedakârlık, iyi niyet ve yardımlaşmanın bundan daha büyük ve yüce bir örneği var mıdır? Kişi kendi nefsi için değil, başkalarının maddi ve manevî faydası için bunca zahmete ve külfete katlanabilir mi? Hem de iyi olmalarını, doğru yolu bulmalarını istediği millet O'nu taşlarken, evinden barkından koparırken ve sürgünde de peşini bırakmazken!
Bir yalancı, bir sahtekâr, aslı astarı olmayan bir şey için bunca güçlük ve engellerle boğuşabilir mi? Macera peşinde olan bir şahıs sadece tahmin ve kıyasına dayanarak davasını böyle savunabilir mi? Bunca yalan, iftira ve ithamların yanı sıra fiili müdahaleye ve tecavüze karşı dayanabilir mi? Bir hokkabaz veya bir soytarı ortaya attığı bir oyun için, büsbütün ayağa kalkan bir millet ve memlekete karşı son ana kadar mücadele edebilir mi? Bir hilekâr ve bir şakacı sadece keyfi için büyük ordulara karşı koyabilir mi? Bu azim, bu kararlılık, bu sebat kendisinin ne kadar haklı olduğunu, davasının ne kadar sağlam olduğunu zaten gözümüzün önüne sermiyor mu? Davasının noksan veya zayıf olduğunu bilen bir kişi tam yirmi bir yıl her türlü muhalefete nasıl karşı koyabilirdi?
Söz konusu insanın durumunda göze çarpan bu değişikliğin yanında bir değişiklik daha vardı ki, bu daha da şaşırtıcıydı.
Kırk yaşına kadar o bir Arap'tı, diğer Araplar gibi. Bu süre içinde kimse bu tüccarın büyüleyici hitabetine tanık olmamıştı. Kimse O'nun ilâhiyat, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk, iktisat ve biyolojinin en derin kural ve tezlerinden bahsettiğini duymamıştı. Kimse, Tanrı, melekler, semavi kitaplar, geçmiş peygamberler, eski ümmetler, kıyamet, ölümden sonraki hayat, cennet ve cehennem hakkında tek bir söz söylediğini işitmemişti. Şüphesiz, temiz bir karakteri, efendi bir kişiliği vardı, ama kırk yaşına kadar hayatında olağanüstü herhangi bir değişikliğe rastlanmamıştı. Dolayısıyla O'nun ilerde büyük bir insan olacağını kimse sezememişti. Yakın çevresindekiler sessiz, sakin, barışsever ve dürüst bir kişi olduğunu biliyordu. Ancak kırk yaşından sonra mağaradan çıkınca sanki dünyalar değişmişti.
Artık O, yepyeni sözler söylüyordu. Konuşmasında öyle bir çekicilik, söylediklerinde bir cazibe vardı ki kendisini duyanlar büyülenmiş gibi oluyorlardı. Kelâmı öylesine etkileyici idi ki ezeli düşmanları bile, etkilenmemek için O'nu dinlemekten kaçıyorlardı. Fesahat ve belagati öylesine kuvvetliydi ki, aralarında büyük şair, hatip ve konuşmacının bulunduğu bütün Arap milletine açıkça meydan okuyor ve diyordu ki: "Okuduğum sure ve ayetlere benzer bir tek sure ve ayet getirin, köleniz olayım." Ama kimse buna cesaret edemedi. Zira Arapların kulağı böylesine zarif, böylesine hitabet dolu bir konuşmaya alışmamıştı.
Bu şahıs şimdi bir anda emsalsiz bir hekim, eşine rastlanmayan bir ıslahatçı, yeni bir medeniyetin kurucusu, usta bir siyasetçi, üstün kabiliyetli bir hukukçu, yüksek seviyeli bir hâkim ve tecrübeli bir komutan hüviyetleriyle karşınıza çıkıyor. Bu şahıs Arabistan çöllerinin cahil bedevilerine akıl, mantık ve hikmetin öylesine derin ve çekici meselelerini anlatıyor ki bunun eşine ne geçmişte rastlanmış, ne de gelecekte benzeri bulunacaktır. Bu ümmî, artık ilâhiyat üzerine konferans verebiliyor, milletlerin tarihi ve iniş çıkış sebepleri konusunda konuşmalar yapabiliyor, felsefenin karmaşık kurallarından bahsedebiliyor, geçmişteki ıslahatçıların günah ve sevaplarını bir kitap gibi okuyabiliyor, dünyanın çeşitli din ve mezheplerini eleştirebiliyor, milletler arasındaki davalarda ve kavgalarda karar verebiliyor, ahlâk, medeniyet ve kültürün en güzel derslerini verebiliyordu.
Bu insan bununla da yetinmiyor, toplum, ekonomi, sosyal problemler ve uluslararası ilişkilerle ilgili kanun ve beyannameler çıkarabiliyordu. Bu hususta öyle kanunlar hazırlıyor ve hukuk nizamı meydana getiriyordu ki, büyük hukukçu ve âlimler, bütün ömürlerini bile harcadıktan sonra bu gibi eserler ortaya çıkaramazlardı. Hatla zaman ilerledikçe ve insanoğlu gelişme kaydettikçe bu kanun ve kuralların hikmetini daha iyi anlayabilmektedir.