Hava güneşli ve güzeldi. Ilgıt ılgıt esen rüzgâr, şefkatli bir el gibi tenini okşuyordu. İstanbul’un doyumsuz güzelliklerini seyirle süren gezinti acıkma hissinin baskısıyla bakışlarını lokantalara çevirdi. Az ötede denize nazır bir lokantaya girdi. Pencere kenarında boş bulduğu bir masaya oturdu. Sipariş için gelen garsondan bir porsiyon balık istedi. Kısa bir müddet sonra önüne bırakılan çoban salatasını ve kıtır kıtır pişmiş balığı iştahla yemeye koyuldu.
“ Şu balıklar da ne lezzetli, bir de kılçıkları olmasa!...” diye söylenirken birden boğazına kılçık kaçmasın mı? Boğulacakmış gibi oldu. Hemen bir bardak su içti. İkinci bardağı da içti, fakat nafile. Yutkunamıyordu… Yüzünde renk kalmamıştı. İlk kez aciz olduğunu gelen bir zorluk karşısında etkisiz kaldığını, direncinin bir işe yaramadığını hissetti. Halinin acziyetinin fark edilmesini istemiyordu. Kılçığın boğazına kaçmasının sırası mıydı? Ama kaçmıştı işte! Büyük bir çaba sarf ettiği halde kılçığı çıkaramıyordu. Ihhh! Ihhh! Yaptı, olmadı. Sezdirmeden parmağını boğazına daldırdı. Boş uğraş…
Ölecek miydi, yoksa? Bu hissin etkisiyle ürperdi.
“ Ölüm” düşüncesi de nereden aklına geliverdi ki?
Aklına gelsin, gelmesin boğazına kaçan kılçık sebebiyle nefes alamaz hale gelmişti. Gözlerinin feri bütün imdatların tercümanı misali yelkenleri koyvermişti. Sanki damarlarındaki tüm kan çekilmişti. Mecalsizliği ortadaydı.
Şimdi ölse ne olacaktı? Bu duygu bütün hakikatiyle kalbine işlediği gibi korkmaya da başladı. Çünkü bugüne kadar ölüm olayını hiç düşünmemiş, bu noktadaki gerçekleri hep görmezden gelmiş, ölümü hep başkalarına yakıştırmıştı.
Hayallerinde, ileriye dönük planlarında bir sınır yoktu. Ölüm olsa da bir hiçlikti, yokluktu, çürüyüp toprağa karışmaktı. Madem dünyaya gelme, hayat hakkı bir seferdi. Tadını, zevkini çıkarmak lazımdı. “ Yaşamak, için kuvvetli olmak, kazanmak için ezmek, hedefe ulaşmak için her yolu meşru saymak” felsefesini benimsemişti, mazinin zihinde şekillenen her karesinde.
…
Küçük ve şirin bir şehirde büyümüştü. Korkusuzluğu ve cesareti sayesinde etrafında birçok genç toplanmıştı. Kendi çapında bir çete teşkil etmişti. Az zamanda şehrin her sokağına, evine namı yayılmıştı. Zayıfı, çaresizi savunsa da taktikleri haksızlık, eziyet, sindirme üzerine işliyordu. Zamanla şehir ona dar geldi, yetmez oldu. Artık küçük balıklarla uğraşmaktansa büyük şehrin insan deryasına dalıp etrafa yayacağı ağlarla büyük balık(menfaat)ları avlamak düşüncesiyle İstanbul’a gelmişti. Oysa ağlarına takılan olmadan kendisi küçük bir balığa mağlup olmuştu.
Her faninin öleceği, gücün tükeneceği, pehlivanın bir gün yenileceği, zirvenin inişe yol verdiği gerçeğine teslim olmuş. Tarih boyunca ihtişam, debdebe ve iktidar gücüyle kitleleri ezen, sömüren, korku ipiyle boyunduruk bağına bağlayan nice insanın acziyete yenik düştüğü ( Nemrut’un bir sivrisineğe, Firavun’un su dalgalarına, Ebrehe’nin fil destekli görkemli ordusunun kendisiyle birlikte ebabil kuşlarına mağlubiyeti…) gibi o da bir balık kılçığının boğazına kaçmasının ızdırabıyla çaresiz kıvranıyordu. İşte az sonra ölecekti… Ya sonrası… Bazen istemeden de olsa işittiği hakikatler: ahiret, Mizan, Sırat, Cennet ya da Cehennem… Hali ortadaydı. Geçmişte kar hanesine yazdığı bir edinim de yoktu… Zarar hanesi ise oldukça kabarıktı… Uzun uzadıya düşünmenin bir manası yoktu. Hakikat ortadaydı… Acizliğin son raddesindeydi… Her acziyetin kuvvet bulduğu bir güç, her geminin sığınacağı bir liman vardı. Çaresizliğini yüreğinde hissederek lisanına sevk ettiği direncini yakarışa teslim etti:
“ Ey âlemlerin Rabbi! Sonsuz güç ve kuvvet sahibi Sensin! Muhtaçlara imdat Samed Sensin! Acizlerin kuvvet bulduğu sığınak, iltica yeri Senin dergâhındır. Bugüne kadar hep Sana isyan ettim, kulluğumu bilemedim. ‘ Hayat bu!’ sandım. Şu an halim ortada. Sana söz veriyorum, pişmanlığı her zerremde hissederek tövbeyle Sana yöneliyorum. Eğer beni bu ızdıraptan halas eylersen, hiçbir şekilde emrine hilaf davranmayacağım. Yakarışlara kulak veren, dualara icabet eden Allah’ım! Yüceliğin, azametin hakkı için beni kurtar, duamı kabul eyle!”
Samimiyetin bürüdüğü bir yürekten yükselen içli ve hazin yakarış kabul görmüş ve son bir yutkunuşla soluk borusunu tıkayan kılçık mideye doğru mecra bulmuştu…
“ Şükürler olsun, Allah’ım!” diyerek rahatladı…
…
Sadakatle verdiği söze bağlı kalmış, İslami güzelliği yudum yudum benliğine içirmiş, insani erdemlilik yolunda kısa sürede şahsiyeti mükkemmeleşmişti.
Tefekkür onun kendini bulduğu bir liman ve maveranın ötesine doğru varan ruhi yolculuk ise onun bendesi olmuştu. İslam beldelerine revan ilim ve cihad sevdasıyla seyahatleri olmuş, bu seyahatlerinde İslami hakikatleri anlamak için kimi zaman diz çöken bir talebe olmuş; kimi zaman da Allah`ın dinini anlatmak için gayretlenen davetçiydi.
Hak ve doğru sözü söylerken asla kınamacılardan çekinmezdi. Öyle ki Hac vazifesini ifa ettiği 1988 yılında, Türkiye’den gelen hacılarla, laik sistem ve kurucularının İslami bakış açısıyla mahiyetleri hakkında konuşmuş ve bu hasbihal Suud polisinin tepkisine yol açmış; Suud polisi Edib’e müdahale etmiş. Edip kendini ifade etme babında savunma pozisyonu alınca polis, burası Harem-i Şerif diye aldırmadan Edip`i paldır küldür hapsetmiş. Üç dört ay, tuvalet gibi bir yerde, çok kötü şartlar altında tutulan Edip, bilahare sınır dışı edilerek Ankara`ya gönderilmişti. Uçağa elleri kelepçeli ve yalın ayak bir vaziyette bindirilen Edip Ankara`ya inişte de ikinci kez tutuklanmış ve birkaç ay Sincan veya başka bir kaza cezaevinde hapis yatmıştı.
Bu ve benzeri musibetler, onu davadan koparıp uzaklaştırmamış; aksine manevi yönden daha da bilinçlenmesine ve mücadele yolunda kararlılığının artmasına vesile olmuştu.
Edip, Rabbine verdiği söze bağlılığını her cihette ortaya koymuş; mal ve canın cennet bedel satıldığı iman cephesinde canını Allah`a şehid olarak ulaştırmak için didinmiş ve şehadet arzusunu her an dillendirmiştir. Kendisini cihada adamıştı.
“Nerede cihad, ben oradayım!” derdi. Öyle ki devamlı tekrarladığı bir duası vardı:
“Ya Rabbi benden razı olduğun an, canımı al!" Bazen ailesi:
“Evlen, yeter, çoluk çocuk sahibi ol!” diye ısrar ederdi. O ise bunu nezaketli bir üslupla reddeder. Dilinde bir vird misali sürekli:
“İnşaallah, Allah yolunda şehid olacağım!” derdi.
Afganistan’da mücahitlerle omuz omuza cepheden cepheye koşmuş… Allah için canı feda olsun, al kanlara bulanan bedeni Rabbine acizane bir hediye olsun diye kurşun, bomba, güllelere göğsünü siper etmiş; sağında, solunda, önünde, arkasında mücahitler birer birer şehid düşmüş; o ise çok istemesine rağmen ufak tefek sıyrıklarla çıkmıştı her çatışmadan...
...
Sene, 1992... Medeni(!) Avrupa`nın göbeğinde Müslüman bir devlet Bosna Hersek, vahşi kudurganlığın hedefi olmuş. Haçlı dedelerini hiç de aratmayan bir vahşilikle Sırplar, dünyanın gözünün içine baka baka Müslüman katliamına başlamış, yerleşim yerleri viraneye çevrilmiş, namuslar rezilce çiğnenir olmuştu.
" Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda: «Ey Rabbimiz! bizleri bu halkı zâlim olan memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder!» diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?" mealindeki Nisa Süresi 75. ayeti kendileri için bir harekete geçme işareti sayan gayretli Müslümanlar, Bosna`ya cihad aşkıyla akın akın akmışlardı.
Türkiyeli Müslümanlar için bu şehadet kokan topraklarda şehidliğe giden yolu Şehid Selami Yurdan açmış ve şehidlik arzusuyla tutuşanlar birer ikişer yola koyulmuşlardı.
Edip de aradığı şeref, izzet, mertebe, liyakati Bosna’da bulacağına kani olmuş ve bu vesileyle bazı arkadaşlarıyla cihad kervanına katılmıştı. Şehadet aşkını:
“Bosna’dan (sağ) çıkarsam (şehid olmak için) Cezayir’e gideceğim, çünkü orada da cihad var!” diye ortaya koyuyordu.
...
17 Eylül 1992... Bosna-Hersek’e insani yardım götürmekte olan dört araç... Yardım konvoyunda Mısır, Fas, İngiltere, Almanya, Endonezya, Türkiye... gibi çeşitli ülkelerden gelen on dört Müslüman...
Almanya üzerinden Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’e gelmiş olan konvoy; Mostar üzerinden Saraybosna’ya ulaşmak arzusundadır. Mostar’da Hırvat askerleri tarafından durdurularak aranan konvoyun geçişine izin verilmez. Bingöl`den üç Müslüman`ın bulunduğu bu konvoy henüz cihad cephesine varmadan Mostar`a 30 kilometre yakınlarında Sırpların havan topu saldırısına uğrar. Ne olduğunu anlamaya fırsat bulamadan yedi Müslüman oracıkta şehid olur.
Bingöllü Edip Sadioğlu ve Adil Balat da kanını sunarak şahadetle Rabbinin Cennetine erişen yiğitlerden ikisiydi.
Şair, bu iki şehadeti aslı zazaca olan ezgili dizelerinde ne güzel terennüm etmiştir:
Bugün Bosna-Hersek’in tamamı
Olmuş esirlerin kampı
Vahşi Sırplar bombalıyor
Top, füze ve tüfeklerle
Ya Rab! Sen bizim üzerimizden
Edip ve Adil’leri eksiltme!
Din için çok gayret etti bu ma’kul gençler
Onlar İslam davasını omuzladılar
Biz kalana kadar bu gençleri unutmayacağız
Ya Rab! Sen bizim üzerimizden
Edip ve Adil’leri eksiltme!
Edip Kardeş, Cihada gitti,
Hazret-i. Hanzala gibi
Mazlumların feryadına kulak verdi
Kerbela Hüseyin’i gibi
Ya Rab! Sen bizim üzerimizden
Edip ve Adil’leri eksiltme!
Edip Kardeş, Cesur ve fedakâr bir yiğitti
O kanıyla birçok insanı hişyar etti
Onun ahlakı ve edebi bize misaldi
Ya Rab! Sen bizim üzerimizden
Edip ve Adil’leri eksiltme!
Edip Kardeş! Okumuş, bilgili bir Müslüman’dı
O İslam davası için anne babayı terk etti
Sen gurbette şehid oldun Eyyüb’ül Ensari gibi
Ya Rab! Sen bizim üzerimizden
Edip ve Adil’leri eksiltme!
Biz Edip ve Adil’in kanından mesaj aldık
Onlar Şehadet ve cennet yolunu bize gösterdi
Şehadet bugün Çabakçur’un gençlerinin sırasıdır
Ya Rab! Sen bizim üzerimizden
Edip ve Adil’leri eksiltme!
Şehadet haberi bir müjde olarak Bingöl`e muştulanmış, şehidlerin ailelerine taziye için gidenler Şehid Edip`in annesi ve kız kardeşinden şu güzel nasihatleri dinlemişlerdi:
" Oğlum devamlı şehir dışına gidip geliyordu. Bu defa İstanbul’a gideceğini söyledi. Hiç durduğu yoktu, ne yaptığını, nereye gittiğini hiç söylemezdi. Afganistan’a gittiğinden bile haberimiz yoktu. Bir akşam telefon açtı ve: `Anne bana dua et, hakkını helâl et!” demişti. Bu telefonu Afganistan’dan açmıştı, bizim haberimiz yoktu. Oğlumun içinde sanki bir ateş vardı, hiç durmuyordu. Devamlı cihad ve şehadet istiyordu... Eğer oğlumun bütün arkadaşları, O’nun gibi ise; birçok şehid anneleri olacaktır. Çünkü O asla rahat değildi: ` Müslümanlar acı çekiyor, ben hep oturuyorum!” diye, hep rahatsız oluyordu. Herkes şunu bilmeli: ` Müslüman Müslüman`ın derdiyle dertlenmeli!` "
" Şunu söyleyeyim ki, Allah bir kulun istediğini mutlaka verir. Yeter ki kul istesin. Kardeşim ( Edip) de Allah’tan şehadeti istedi ve buldu. Daha gitmeden önce annem ev eşyası filan almış ve kardeşime: ` Düğününü bekliyoruz!` demişti. O ise: ` Buralarda gözüm yok. Allah’tan bir tek şey, yani şehidlik istiyorum.` demişti. İşte muradına erdi!"
* Bu yazı Şubat Ayı`nın "Şehidler Ayı" olarak meşhur olması münasebetiyle şehitlerimize atfedilmiştir.
İBRAHİM DAĞILMA / İnzar Dergisi / Şubat 2012