Bütün çocuklar, İslam fıtratı üzerine dünyaya gelir. Onların özleri tertemizdir, içleri apaydınlıktır, zihinleri küfrün karanlığından uzaktır. Bütün vasıflarıyla, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmeye yatkındır.

Bu, beyaz bir sayfa gibi olan temiz fıtratın vahiyle ve vahyi dosdoğru kavrayan akli birikimle desteklenmesi gerekir.
Fıtrat, Allah’tandır; önceden gelir, vahiy de Allah’tandır, sonradan iletilir.

İkisi bir araya gelince insan sırat-ı mustakim-i bulur.

Anne – babaya düşen, yüce Allah’ın kendisine sunduğu, kendisine hediye ettiği, kendi velayetine emanet bıraktığı çocuğun o tertemiz fıtratının üzerine, Resulullah(s.a.v)’a geleni eklemek, böylece o tertemiz fıtratı olduğu hal üzere korumakdır. Çocuğu,

“Şüphesiz ki Ben yüzümü hanif olarak, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve Ben müşriklerden değilim,” (Enam-79)
“De ki şüphesiz Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (Enam-162)
Şuuruna ulaştırmaktır.

Tertemiz fıtrat, ancak bu şuurla buluşunca çocuk dünya ve ahiret saadetini bulur.

Şuur nedir ve nasıl oluşur

Şuur, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Bakara Suresinin 12. ayetinin tefsirinde ayrıntılı olarak izah ettiği üzere kavrayışın (idrakin) başlangıcıdır; özdür, mihenk taşıdır, bilgiye vurulmayan bir seçiciliktir.

İnsanın seçiciliği his ve ihtisastan oluşur; his, çevrenin etkisiyle fıtrata işlenen özdür, ihtisas ise eğitimle, okumayla elde edilen bilgidir. Şuur, ihtisasla, yani bilgi edinmeyle gelişse de daha çok histen oluşur.

Çocuk, bir kötülükle karşılaşır ve ondan nefret eder. “Niye nefret ediyorsun?” diye sorarsanız “Pistir de ondan" der. Neden pis? çocuk bunu izah edemez, bilgisi, zihin kuvveti (hafızası) diğer bir ifadeyle ihtisası bunu izah etmeye yetmez. Ama çocukta oluşan hissiyat, onu o “pis”likten nefret ettirir.

Ya da çocuk bir iyilik görünce ona sempati duyar, onunla o iyilik arasında bir yakınlaşma başlar. “Buna neden yaklaşıyorsun, seninle bunun arasında bu olumlu iletişimi kuran nedir? diye sorulduğunda “Bu iyidir de ondan” der “Neden iyi?” diye sorulmaya devam edildiğinde cevap alınamaz. Onu o iyiliğe yaklaştıran, ihtisasından (bilgisinden) öte hissiyatıdır (hisleridir.)

İşte bu tam izah edilmeyen, vasıfları açıklanamayan ama kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe yaklaştıran hissiyat (hisler), İslami şuurun ta kendisidir. Biz ona İslami ruh da diyebiliriz.

Şuur, hafıza değildir. Hafıza, bir bilgi kutucuğudur. Şuur, akıl değildir akıl daima izahı seçen bir araçtır. Hâlbuki özellikle erken şuurda, yani çocukluk şuurunda izah çoğu zaman yoktur.

Şuur, anne – baba ve çevrenin her tür halinin doğrudan veya dolaylı iletişimiyle, sevdirmesiyle, nefret ettirmesiyle oluşan, içinde yetişilen ortamın özünün sindirile sindirile alınmasıyla oluşan bir mihenk taşıdır. Hafıza dediğimiz bilgi kutucuğu onu destekler, güçlendirir. Daha hızlı harekete geçirir, tetikler. Akıl da onun etrafında oluşur.

Bunlar bir araya geldiğinde biz;

(1) İslam fıtrattan
(2) İslam şuuru
(3) İslami hafızayla desteklenen İslami akla ulaşırız.

Bu üçü birlikte hilafet görevini eksiksiz yerine getiren bir mü’mine kavuşturur bizi.
Mü’minin fıtratı temizdir, şuuru İslamidir, hafızasında İslami bilgiler vardır ve aklı İslam dairesi içinde hüküm verir.
Çocuğun akıl yürütme gücü, idraki zayıftır. Çocuk eğitiminde ilk hedefimiz, bilgi birikimi, tecrübesi, aklı yetersiz kalsa bile çocuğumuzun müşrikçe olandan, kâfirce olandan, fasıkça olandan, zalimce olandan nefret etmesi; mü’mince olanı sevmesi ve ona yakınlık duymasıdır.

Böylece onun hislerinin İslamileşmesi, vicdanının İslamileşmesi, zevklerinin İslamileşmesidir.
Elmalı’nın ifadesiyle biz çocuğa “O çocuktur, kendini bilmez deriz. Bu sözle onun kişiliğinin oluşmadığını ifade ederiz. Bize düşen ona kendini bilir konuma çıkması için yol göstermemizdir. O, kendini bilince Rabbini bilecektir. Rabbinin dışında her şeyin batıl olduğunun farkına varacak, kendisini Rabbi için feda edecek; böylece hak yolda “fena”ya ulaşıp Rabbinin kendisinden razı, kendisinin de Rabbinden razı olduğu mertebeye kavuşacak.

Şuur bu “kendini bilme” yolculuğunun çekirdeğidir, temelidir. Şuur, hafızadan farklı olarak mustakar (geçici) değildir. Günah darbeleri yediğinde siner, pasifleşir ama insan, yaptıklarının farkına vardığında, hatırlama (tefekkür) dediğimiz hal ile çarpıldığında sindiği yerden çıkar ve etkinleşmeye başlar.

“Kaza geçirdim, ölümü hatırladım hidayet buldum.” “Yarı sarhoşken aksakallı bir ihtiyar bana baktı, tiksindi, ben de kendimden tiksindim ve bir daha içmedim” diyen kişilerin pek çoğunun çocukluğunda onun bile fark etmediği, çok zayıf bile olsa bir şuurla karşılaşırız. O çok zayıf şuur, tek başına onu korumaya yetmemişse de onun peşini de bırakmamış, onun vicdanının sarsıldığı, kalbinin inceldiği bir anda fırsatını bulup ortaya çıkmıştır.

Küçükken annesi, babası veya başka bir aile büyüğü ona o hissiyatı kazandırmıştır. Ya da çevresinden almış onu.
Zındıklardan bir yazar, sabah ezanını çok sevdiğini bazen sadece ezan sesini duymak için uyandığını söylüyor.
Avusturalya’da yaşayan ve Türkiye’ye geldiğinden ailesinin yanında kalmaya tatilini eğlence mekânlarında geçiren bir yaşlı için çocuğu “Geceleri sabah ezanına kadar uyumuyor. Ben o sesi ne çok özledim, deyip başını camdan çıkararak ezanı hasretle dinliyor” demiş.

Yine bir süre önce Amerika’da bir fuar etkinliğinde ezan okunduğunda Anadolu göçmeni yaşlı Ermenilerin ağladığı kaydedilmiş, kendilerine “Neden?” diye sorulduğunda “Biz, bu sesi öylesine benimsemiştik ki…” demişlerdir.

Gerçekten her üç örnek için de izah yoktur, vasıfları ifade edilmeyen, çok zayıf ve sadece ezan unsurunda kalacak kadar dar da olsa bir şuur vardır. Ezan sesinin güzelliği, çekiciliği o şuura yerleşmiş. Zındık yazarın inançsız kafası, yaşlının günahla kararmış kalbi, Ermeni’nin din farkı onların bir an için o şuurun kapsamına girmekten, kendisini ona kaptırmaktan alıkoyamıyor. Şuur; akla, günaha, batıl inanca galip geliyor. O gizli şuur gücü onların iradesine bile el koyuyor ve onları paylaşmadıkları veya duyarlı olmadıkları bir inancın yansımalarına çekiyor.

Bize düşen, İslam’a yönelik hisleri sağlamlaştırmak, o hisleri koşulların etki alanından mümkün oldukça beri kılmak, çocuğumuzun İslam’a yönelik hislerinden emin olmak, onda bir an için bile kaybolmayacak kadar köklü, hayatın her alanını eksiksiz kaplayacak kadar geniş kapsamlı bir şuur meydana getirmektir.

İşte böyle bir şuur için ne yapabiliriz? Şuurun bir his olmaktan çıkıp “vicdanda kalma” riskinden kurtulup amele yansıması için nasıl bir yol takip edebiliriz?

Akla ilk gelen, çokça İslami bilgidir.
İlimsiz amel olmaz, hatta ilimsiz akide de olmaz. Ama çocuk eğitiminde bilgi her şey değildir. Bilgi bazen merkebin sırtındaki yük gibidir. Bir dış unsurdur. Dış unsur olduğu için hem içe sirayet etmeme riski vardır. Hem de kolay terk edilebiliyor, bir kenara atılabiliyor. Bizim, bilgiden daha etkili, bilgiden daha çok içe sirayet eden ve oradan kolay çıkmayan bir unsur veya unsurlara ihtiyacımız vardır.

İslam’ın hâkim olduğu bir ortamda, lisan-ı halin İslami ve rakipsiz olduğu bir ortamda şuur, çoğu zaman kendiliğinden oluşur. Bize düşen onun üzerine bilgi eklemektir.

Ama Allah’ın düşmanlarının çocuğumuzu elimizden kapmak için bizimle yarıştığı İslami şuur yerine onda alternatif bir şuur oluşturmak istediği günümüz ortamında bilgi de yetersiz kalır, zorlama amel de…

Allah düşmanları, çocuğumuzu elimizden almak için, bizim bir gaflet anımızı, açığımızı, zaafiyetimizi gözetliyor ve çocuğumuza dışı şekerle kaplanmış zehirli haplar veriyor. Böyle bir ortamda daha titiz olmak, çocuğumuza daha çok zaman harcamak, onunla ilişkimizde samimiyetsizliğe, dıştan bir ilgiye dönüşmeyen daha ustaca bir tutum içinde olmak durumundayız.

Özellikle Arap İslam âleminden gelen eserler, rakipsiz bir ortam için hazırlandığından ağır bir bilgi yüküne sahip. Çoğu zaman okuyucu onları, en çok bilgi verdiğine göre en iyi eser sayıyor.

Hâlbuki Üstad Bediüzzaman Risalelerini eğitim sisteminin ve günahkar bir çevrenin yeni nesli kapmak için pusuda beklemeyi değil, insan pazarında bas bas bağırdığı bir ortam için hazırladığından onlarda yoğun bilgiden öte Kur’an-ı Kerimin Mekki süreleri gibi iknayı öne çıkarıyor; peş peşe arttırma yerine “sağlamlaştırmayı”, temeli sarsılmaz, depremlerden etkilenmez bir niteliğe büründürmeyi seçiyor.

Bilgi, çok önemli; ilimsiz şuur ne işe yarar ki çocuğa idrakinin üzerinde bilgi yüklemek; bilgi yüklenilen çocuğu mutlak garanti altında görmek, “Bu kadar bilgi verdik ama hala dilediğimiz gibi değil” deyip hem kendini hem çocuğu yıpratmak; çocuğu ağır bilgileri kısa sürede ezberlemeye zorlamak daha ağır hatadır. (Yöremizde pek çok dinsiz kişinin hoca, şeyh evladı olması, “şeytan hilesi” deyip geçilecek bir konu değil. Eğer sosyalizm olmasaydı bilgi onları ayakta tutardı. Ama rakip olunca, rakip daha yoğun bir bilgi bombardımanına alınca ve o çocuklarda İslami şuur da olmayınca onlar yoldan çıktılar.)

Hafıza, kalbe sirayet etmeyince bir anlam taşımaz. Biz, hem bilgi vereceğiz hem çocuğun kalbini yoğuracağız, bilgiyi miktar miktar hamurun içine katacağız. Fazla versek şekil olmaz. Az versek katı kalacak.

En çok lisan-ı halimizle örnek olarak, sevdirerek, merakını canlı tutarak ve kıvamında cezalandırarak çocukta İslami bir şuur, İslami bir ruh, İslami bir kişilik, İslami bir akıl inşa edeceğiz.

İkna ede ede yol alacağız, geciktiğinde sabredeceğiz, tembelleştiğinde teşvik edeceğiz, ilim konusunda geç bırakmayacağız, kaldıramayacağı ilmi de yüklemeyeceğiz. Sorumsuzlaşmasına izin vermeyeceğiz. Rabbimizin yüklemediği bir sorumluluğu da yüklemeyeceğiz.