Türkiye ile bir kısım Avrupa ülkesi arasında yaşanan krizin birden çok nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerden bazıları Türkiye kaynaklı iken bir bölümü, Avrupa merkezli gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Krizi doğru tahlil etmek için meseleye Avrupa merkezli bakmak gerekmektedir. Zira süreç Türkiye açısından birtakım güçlükleri haiz olsa da kimi Avrupa ülkelerinin ve bunların içinde yer aldığı Avrupa Birliği`nin (AB) içinde bulunduğu durum en az Türkiye`nin durumu kadar zorludur.
AB son yıllarda çok taraflı birçok problemle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu problemlerin bir kısmı AB içinden kaynaklanmakta bir kısmı da dışsal faktörlerin etkisiyle oluşmaktadır. AB 2008 yılında patlak veren ekonomik krizden tam anlamıyla kurtulamamıştır. Yaşlı nüfus oranının fazla olması, sosyal güvenlik sisteminin yetersiz kalması sonucunu doğurmuştur. AB bürokrasisinin aşırı detaycı ve hantal olması AB`nin, etrafındaki dinamik ülkelerle rekabet etmesini zorlaştırmaktadır. Bu ülkelerden Rusya başkanlık sistemi ve Putin`in otoriter kişiliğiyle hızlı ve rahat hareket edebilmektedir. Birlikten ayrılma kararı alan İngiltere de AB mekanizmasına hiçbir zaman tam manasıyla dâhil olmadığı için bürokrasisini korumayı başarmıştır ve çıkarları konusunda hızlı davranabilmektedir. Türkiye ise anlaşıldığı kadarıyla hızlı kararlar alıp uygulayabilmeyi öngören bir sistem değişikliğini gündemine almakla AB`yi başka bir kanattan sıkıştırmaya başlamıştır.
Mevzubahis sorunların da etkisiyle, son birkaç seçimde ırkçı ve başta Müslümanlar olmak üzere yabancı karşıtı sağ partilerin yükselen bir oy grafiğine sahip olması, AB açısından en temel problemlerden birisidir. Şu an gündemde olan sorunların odağındaki ırkçı hareketlerin güç birliğine gitmeleri Avrupa`daki merkez partilerin işlerini zora sokmuştur. Ocak ayı içinde Almanya`da, Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin ev sahipliğinde yapılan bir toplantıya Avrupa Parlamentosu`ndaki Özgürlükler ve Uluslar Avrupası (ENF) grubuna üye olan aşırı sağcı partiler katılmıştır. Irkçı liderler Marine Le Pen ve Geert Wilders`ın da katılıp konuşma yaptığı toplantıdan öne çıkan başlıklar, “2017 yılının dönüm noktası olacağı, bir dünyanın çöküp yeni bir dünyanın kurulacağı, Brexit`in domino etkisi yaratacağı” şeklinde olmuştur. Toplantı, çok sayıda kişi tarafından protesto edilmiştir. Şimdiki Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel`in de katıldığı protesto gösterilerinde “Naziler istenmiyor”, “Bir daha asla” ve “Almanya renkli kalacak” şeklinde sloganlar atılmıştır. Protestocuların bu tepkisi Erdoğan`ın Nazizm yükseliyor söyleminin, Almanya ve Avrupa`da zaten karşılığı olan bir söylem olduğunu göstermektedir. Ama Avrupa`nın önemli bir kesimi, Türkiye`yi Avrupa dışı saydığından, tepki Türkiye kaynaklı olunca Erdoğan`ın sözlerine karşı cephe almıştır.
Dışsal faktörlere gelecek olursak; ilk olarak Haziran 2016`da İngiltere`nin halkoylamasıyla AB`den ayrılma kararı alması AB açısından büyük bir prestij kaybı olmuştur. Suriye İç Savaşı`ndan sonra kangren haline gelen mülteci sorunu başta olmak üzere AB, komşuluk ilişkileri geliştirdiği Mısır, Libya gibi ülkelerdeki insani krizlerle başa çıkmada iyi bir sınav verememiştir. Öte yandan Amerikan başkanlık seçimlerini Donald Trump`ın kazanması Avrupa`daki aşırı kesimleri umutlandırmıştır. Rusya`nın eski Sovyet coğrafyasında varlık göstermesi, bazı ülkelerdeki Rus azınlığın haklarını koruma iddiasıyla bölge siyasetine müdahil olması, AB`yi doğu sınırından baskı altına sokmaktadır. Doğusundan Rusya`nın baskısı altında olan, yakın ve uzak batısından İngiltere ve Amerika tarafından “yüzüstü” bırakılan AB, gün geçtikçe güneydoğu komşusu Türkiye`nin de güvenini kaybetmektedir. Türkiye`ye verilen yardım sözlerinin tutulmaması, mültecilere ilişkin Geri Kabul Anlaşması`nın tam olarak uygulanmaya konmaması, 15 Temmuz darbe girişimine verilen “örtülü”, darbe girişimi sonrasında darbecilere verilen “açık” destek Türkiye`de Avrupa`dan bağımsız hareket etme eğilimine güç katmıştır.
Avrupa`da yaşayan kalabalık Türkiyeli nüfus son yıllarda Cumhurbaşkanı Erdoğan etrafında konsolide olmuştur. Türkiye`nin ekonomik ve siyasi kazanımlarını daha ileri bir boyuta taşımak amacıyla yapmayı düşündüğü anayasa değişikliği, bu nüfustaki farkındalığı artırmıştır. Elinde mülteci konusu gibi bir koz bulunan, sahip olduğu genç nüfusuyla ekonomik ve idari açıdan güç kazanan Türkiye, Avrupa`nın tarihi karşıtlığını tetiklemektedir. Bu yüzden bazı Avrupa ülkeleri Türkiye`nin “iç meselesi” olan anayasa değişikliğinde açıktan Hayır tarafını tutmaktadır. Başta AB kurumları olmak üzere, NATO, BM ve Avrupa Konseyi ise yaşananlar karşısında ikircikli ya da orta yolcu bir tutum takınmaktadır.
Sonuç
Yaşanan krizden en fazla Avrupa ülkelerinin merkez partileri etkilenmiştir. Hollanda`da yapılan seçimleri başbakan Rutte kazansa da 2012 seçimlerine göre 8 milletvekili kaybetmiştir. Irkçı Wilders`ın partisi ise 2012 seçimlerine göre milletvekili sayısını 5 sandalye artırmıştır. Benzer durum Fransa, Almanya, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Aşırı sağcı partiler, ekonomik krizler, mülteci krizi gibi sorunlara karşı popülist politikalar izleyerek desteklerini artırmaya devam etmektedirler. Nisan ve Mayıs aylarında Fransa`da, Eylül ayında ise Almanya`da seçimlerin yapılacak olması, Avrupa`da AB yanlıları ile karşıtlarının mücadelesinin kızışarak devam edeceğini göstermektedir.
Almanya`nın Hollanda`yı her şeye rağmen desteklemesi, Fransa`nın ilk başta tarafsız görünürken sonradan Türkiye aleyhine açıklamalarda bulunması, ayrıca en son Almanya ile ortak yazılı açıklamasında Türkiye`nin Nazi veya faşist olarak nitelediği diğer AB ülkeleri ile dayanışma içinde olduğunu belirtmesi, ne zamana kadar ayakta kalacağı belirsiz “birlik dayanışması” olarak değerlendirilmelidir. AB ülkeleri, birliğin bekasını sağlamak adına, aydınlanma ve Fransız İhtilali ile -öteki için değil- kendileri için kabul ettikleri AB değerlerinden taviz vermektedirler. Birlik ülkeleri, karşılaştıkları tehditleri Almanya`nın lokomotifliğinde bertaraf etmeye çalışmaktadırlar. Bu açıdan kurucu altı üyeden olan Hollanda`ya verilen destek sürpriz olmamıştır. Fakat tarihî Fransız-Alman rekabeti dikkate alındığında sadece Almanya`nın lokomotifliğine kalan AB`nin geleceğinin belirsiz olduğu da açıktır. Bu durum Türkiye`nin dış politika seçeneklerini çeşitlendirmesini kaçınılmaz kılmaktadır.
Yaşanan kriz, Türkiye`nin bir süredir uygulamaya çalıştığı Batı`dan bağımsızlaşma politikasını destekleyecek argümanlar üretmektedir. Erdoğan liderliğindeki “Evet” cephesi, kontrollü gerginlik politikası ile oylarını konsolide etmekte; aynı zamanda kararsızların oylarını Evet`e yöneltme konusunda yol almaktadır.
Bu krizin, Evet cephesine desteği artırdığı söylenebilir fakat Avrupa`da yaşayan ve halkoylamasından sonra da orada yaşayacak olan Türkiye kökenli vatandaşların selameti için, “kudret ve söylem dengesi”ni de göz önünde bulundurarak itidali elden bırakmamak elzemdir. Ayrıca Avrupa`da gösterilen tepkilerin “Yabancı Karşıtlığı” ve “İslam Karşıtlığı”ndan “Türk Karşıtlığı”na indirgenmesi, Avrupa`daki sorunun gerçekliğini tam yansıtmamakla birlikte iç dinamikler açısından problem içerdiği gibi, Türkiye`nin Avrupalı Müslümanlara sahip çıkma alanını da kısıtlamaktadır.
SDAM`dan özetlenerek alınmıştır