Seni tenzih ederiz; çok zor anlarımızda Senin Hakim olduğunu nefsimiz bize unutturdu.
Seni tenzih ederiz; merhametli olduğunu sadece nefsimizin keyfi yerindeyken söyledik.
Seni tenzih ederiz; rahatlık zamanlarında Seni unuttuk.
Seni tenzih ederiz; ibadet için huzuruna durduğumuzda, bedenimizin varlığını yeterli bulduk, kalplerimiz başka şeylere daldı.
Seni tenzih ederiz; teşekkürü az, şikâyeti bol bol yaptık.
Seni tenzih ederiz; Seni hakkıyla tanıyamadık, en iyi tanıyanın tavsiyelerine uymadık.
Muhbir-i Sadık (sav)’a ; “Hangi amel daha hayırlıdır?” diye soruldu.
Efendimiz (sav) ; “Allah’ı bilmektir” diye buyurdu. Efendimiz (sav)’e “Bununla hangi ilmi kastediyorsun?” diye sorulduğunda Efendimiz (sav); “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ı bilmektir.’’ Bunun üzerine Efendimiz (sav)’e “Biz Sana yapılacak ameli soruyoruz, Sen ise bize ilimden bahsediyorsun”denildiğinde, Efendimiz (sav); “Allah’ı bilmekle faydalanılacak en küçük bir amel, Allah‘ı bilmeden elde edilecek pek çok amelden daha faydalıdır’’ diye buyurdu.
Bu imtihan çölünde faydalı amellere ne de çok ihtiyacımız var. Rabbimizin en sevgilisi (sav) bunun yolunun O’nu (cc) tanımaktan geçtiğini söyler. Zaten öyle değil mi? İnsan bilmediğini nasıl sevsin, nasıl güvensin, nasıl ansın, nasıl yüceltsin, nasıl…?
Tanıdıkça bilgideki derinlik amele yansır ve böylece en çok bilenler en çok korkanlar olur. Hele bu enaniyet asrının insanına, bu bilim çağının insanına, sevgiyle korkunun sentezi olan hürmet için doğru bilgi ne kadar da lazım. Söz konusu “boyun eğip, itaat etmek” olunca da bu ihtiyaç ziyadeleşir.
Kur’an-ı Hakim’de, “Ben cinleri ve insanları sadece Bana ibadet etsinler diye yarattım’’ (Zariyat /36) diyen Rabbimiz bir hadis-i kudside de şöyle buyurur; “Ben gizli bir hazineydim, mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayine olsun. Hem o ayinede kendi cemalimi göreyim hem de mahlûkat beni tanısın.”
Ayet-i kerimede ibadet etmek için yarattığını buyururken, Hadis-i kudside de ”O’nu tanımamız” için yarattığını haber verir. Bu bir çelişki değildir (hâşâ). Hatta büyük âlimlerimiz ayetteki “ibadet” kelimesini marifet olarak tefsir etmişlerdir.
Bediüzzaman Said-i Nursi; “Bütün ulum-u hakikiyyenin esası ve nuru ve ruhu Marifetullah’tır“ der.(sözler)
Eşyanın hakikati Esma-i ilahiye olunca dini ilimlerin de, pozitif ilimlerin de esası, doğru tespitleri, beslenecekleri kaynak ve onları idame ettirecek olan şey Allah’ı tanımak olacaktır.
Mesela Allah’ın Kuddüs oluşunu; fıkıhtaki temizlik sınırlarından, sosyal hayattaki helal-haram hatlarından, kâinattaki temizliği netice veren döngüden okuyabiliriz. Adil oluşunu; fıkıhtaki ceza hükümlerinden, belli bir miktarda yağan yağmurdan, üreyen canlıların (ister hayvanlar âleminde, ister bitki ve hayvanlar arasındaki oranının) bir dengede oluşundan okuyabiliriz. Hakim oluşunu; Kelamından (Kur’an-ı Hakim’deki ehemmiyete binaen yapılan tekrarlardan), emirlerinden, kâinatta hiçbir şeyi boş yaratmayıp, hiçbir şeyi abesiyete atmayışından okuyabiliriz...
Rabbimiz türlü türlü yollarla Kendini bizlere bildirmiştir. O’nu (cc); mahfuz kelamından ve kelamının birinci dereceden müfessiri olan büyük Arif’ten (sav) Onun takipçilerinden, kelamının büyük tefsir kitabı olan kâinattan, olaylardan ve esmalarına en geniş ayinedârlığı yapan kendimizden tanımaya çalışacağız. Bediüzzaman hayatımızın gayelerini sayarken şöyle der:
“Senin fıtratında vaz’edilen cihazâtın anahtarlarıyla esma-i kudsiyye-yi İlahiyyenin gizli definelerini açmaktır, ZAT-I AKDES’i o esma ile tanımaktır.” (Sözler)
Tabii bu da yukarıda saydığımız kaynaklar üzerinde tefekkür ile olur. Marifete varmanın yoludur tefekkür. Büyük âlimlerimizden İmam-ı Gazali şöyle der:
”Basiret nuruyla bakanlar, muhabbet ve ünsiyetin, Mahbubu devamlı olarak hatırlamakla kökleşeceğini, marifetin ise O’nun zatını sıfat ve fiillerini daima düşünmekle mümkün olabileceğini bilmişlerdir. Marifet, fikrin devamı ile hâsıl olur.”
O’nu tanıdıkça tesbihimiz, takdisimiz, itaatimiz, hayranlığımız, bağlılığımız ve şükrümüz inşaallah artacaktır. Rabbimizin de muradı bu değil mi? Peki ya bundan daha elemsiz bir zevk var mı? Bundan daha hak bir yol var mı?
Sizce bu yolculukta en son nereye varılabilir? Bütün varlık dairelerini görüp, Rabbinin huzuruna vardıktan sonra en yüksek marifet yolcusunun (sav) vardığı nokta olan “Seni tüm noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben Seni hakkıyla tanıyamadım, bilemedim” dediği yere bile varılamaz. Kendini türlü türlü yollarla bize tanıtan ve bu tanıtmanın, ister Hallakiyet’iyle, ister likaâsıyla ebediyen süreceği göz önünde bulundurulduğunda (bâki âlemdeki tecellilerin azami derecede olacağı düşünüldüğünde) sonsuzlukların O’nu hakkıyla tanıtmaya yetmeyeceğini söyleyebiliriz. Sonu olmayan bir yolculuk... Olsun, bu yolun yolcusu olmak da güzel. Selametle güzel yolcu...
Elhamdulillahirabbilalemin…
Nevin Yapıcıoğlu / Nisanur / Ocak-Şubat 2012