Mehmet Erkan Yavuz/Abuzer Atasoy-DOĞRUHABER

Türkiye, televizyon izleme oranlarının en yüksek olduğu ülkelerin başında geliyor. 7`den 77`ye (hatta 7 yaş oranı günümüzde 2 ye düşmüş durumda) herkes televizyon ekranlarında izleyecek bir şeyler bulabiliyor. Hal böyleyken insanların izledikleri şeylerin ve gün boyu maruz kaldıkları mesajların mahiyeti ise önem kazanıyor. Toplumdaki aile mefhumunu ortadan kaldırmaya dönük en büyük tehdit olarak görülen TV dizileri ve programlarını uzmanlara sorduk. Konu ile ilgili gazetemize açıklamalarda bulunan Aile Danışmanı Zekeriya Erdim, Psikolog Mehtap Kayaoğlu ve Sanat eleştirmeni Gazeteci Yazar Salih Tuna, televizyonlarda yayınlanan ahlaksız dizi ve programlara en büyük alternatifin Müslüman bir toplumun kendi üreteceği projelerden geçtiğine dikkat çektiler.

“AHLAKSIZ DİZİ VE PROGRAMLARLA NESİLLER İFSAD OLUYOR, BOZULUYOR”

Toplumun temel taşı olan ailenin çok iyi bir şekilde korunması gerektiğini belirten Aile Danışmanı Zekeriya Erdim, “Hayatın merkezinde insan var. İnsan bozulunca her şey bozuluyor, insan düzelince her şey düzeliyor. İnsanın aklen, ruhen, bedenen oluşmasında, gelişmesinde ve korunmasında ise; en etkili, öncelikli, önemli kurum aile. Bu açıdan bakıldığında; insanın ve toplumun huzuru ve güveni için en iyi şekilde kurulması ve korunması gereken ilk ve son kale aile. Ölçüsüz, kontrolsüz ve reyting endeksli TV programları; Bu kaleyi taş taş, tuğla tuğla yıkıyor.

Öte yandan; yetişme çağındaki çocukların ve gençlerin, örnek alıp özenebilecekleri "rol model" kahramanlara ihtiyaçları var. Bu kahramanlar gerçek ya da sanal olabilir. Yanlış TV programları, yanlış modeller sunuyorlar. Çocuklar, gençler, hatta yetişkinler; o yanlış modelleri örnek alıyor, özeniyor ve onlara benzemeye çalışıyorlar. Böylece nesiller ifsad oluyor, bozuluyor. İnsana, topluma, hayata, dünyaya, aileye, anaya, babaya, çocuğa bakışları arızalı hale geliyor. Bu arıza, tüm işlere ve işleyişlere yansıyor. Böylece, ülke ve toplum olarak ayağımızla toz kaldırıp ağzımızla yutmuş oluyoruz.” diye ifade etti.

“HÜKÜMET TOPLUMU ZEHİRLEYEN YAYINLARI DURDURMALIDIR”

İktidarın toplumu zehirleyen dizi ve programları yayından kaldırması gerektiğini ifade eden Erdim, “Sonuç olarak; TV dizileri ve programları, def-i mazarrat (zararı engelleme) ve celb-i menafi` (faydayı temin etme) esasına göre hazırlanmalıdır. Hiç olmazsa, faydası yoksa bile zararı da olmayacak programların yayınlanması sağlanmalıdır. Devlet; kirli ya da zehirli ilaçları, gıdaları, temizlik ve kozmetik maddelerini denetleyip kontrol altına aldığı gibi; dine, ahlaka, kültüre, medeniyete, temel insani değerlere aykırı düşen kirli, zehirli dizileri ve programları da denetleyip kontrol altına almalıdır. Gerekiyorsa; insanı ve toplumu korumak için sorumlu kişilere, kurumlara ağır cezalar uygulamalıdır.” dedi.

“TOPLUMA UYGUN SENERYOLAR YAPILMALIDIR”

Yayınlanan dizi ve programların gerçek hayatı olumsuz anlamda etkilediğini belirten Psikolog Mehtap Kayaoğlu ise, “Öncelikle genellikle gelişmemiş kültürlerde ekranda görülen her şey yaşamsal bir gerçek olarak algılanır ve insanlar ekranda gördükleri malzeme üzerinden kendilerini geliştirmeye gayret ederler. Kişinin kendisini geliştirebileceği başka bir malzeme yoksa doğal olarak el altındaki en kolay malzemeyi kullanma çabası içerisine girer. Burada dikkat edilmesi gereken şey, toplumun hangi seviyede olması gerektiğine karar verdiğimizdir. Bu toplum nasıl bir toplum olmalı, zorlukların üstesinden nasıl gelmeli, sosyal yaşam becerilerini nasıl organize etmeli. Bunu düşünerek hareket etmede fayda var. Bizim geleneksel kültürümüzün televizyonu biraz fazla izlediğini, televizyonda gördüklerini de biraz eleştirerek de olsa kendi bireysel yaşamlarına olduğu gibi aktardıklarını görüyoruz. Bu detayı gözden kaçırmamak gerekir. Bu bağlamda da ekrana taşınacak olan dizi ve programların hayali ürünler olmak ve toplumsal gerçekleri temsil etmekten ziyade daha çok aile bağlarını güçlendirecek, yaşlara göre görev ve sorumluluklar bilincini yerleştirecek ve benzeri senaryolar oluşturulması, halkın da derli toplu olması açısından doğru olacaktır.” şeklinde konuştu. 

“YAYINLANAN DİZİLER GERÇEK DÜNYA İLE BAĞDAŞMIYOR”

Gençlerin ‘kısa yoldan para kazanmak, kısa yoldan köşeyi dönmek, hiç emek vermeden her şeyin en kolayına konmak` için çaba sarf ettiklerine dikkat çeken Kayaoğlu, “Örneğin 40 yaşındaki bir insanla muhatap oluyor. Onun 40 yaşında geldiği noktaya 25 yaşında gelmeye çalışıyor. Ama 40 yaşına gelinceye kadar verilen emek, sebat, idare etme, alttan alma, tutunabilmek için verdiği mücadele görülmüyor. Örneğin liseli öğrenciler özel okullara gidiyorlar, bir grup arkadaş aynı evde yaşıyorlar. Yaşadıkları bu evler bizim evlerle kıyaslanınca, bizim evler kümes gibi kalıyor. Gayet şık evlerdeler, sürekli üstleri-başları değişiyor, aşırı bir harcama kültürü içindeler. Bu ve benzeri malzemelerin bir süre sonra gerçek dünya algısı hakkında yanlış fikir geliştirmelerine vesile olduğunu düşünüyorum.” dedi.

“TAMAMEN HAYALİ SENARYOLAR ÜZERİNDEN GİDİLİYOR”

Dizilerde tamamen hayali senaryolar üzerinden gidildiğine dikkat çeken Kayaoğlu, Ama dizilerde ve filmlerde öyle tekliflerle, öyle masal gibi filmlerle karşılaşıyoruz ki o karı-koca ilişkilerini görünce, kendi kocana bakıp nefret geliştiriyorsun. Bu açıdan genel anlamda bizim geleneksel yaşam kültürümüzü çok da karşılamayan senaryolar var. Tamamen hayali senaryolar üzerinden gidiliyor. Bunları izleyenler de her şeyin böyle olacağını zannediyor. Gerçek hayatla bunlar bir araya geldiğinde de oradaki hayalden yola çıkarak gerçek hayatında ilişki geliştiren ya da bir evliliğe adım atan insanların hiç de öyle ekranlardaki gibi olmadığını görüyoruz. Bu sefer de ne oluyor? Gençler depresyona giriyorlar, mutsuzlaşıyorlar, her şeyin onların önünde diz çökeceğine inandıkları bir bakış açısı gelişiyor. Hayatla karşı karşıya gelip hiç kimsenin kendi karşılarında diz çökmediğini gördüklerinde kaçınılmaz bir depresyona muhatap oluyorlar.” diye konuştu.

“EKRAN ÖNEMLİ BİR ARAÇ, İÇİ İYİ DOLDURULMALI”

Diziler ve filmlerin toplumun gelenek ve kültürüne göre yapılması gerektiğine vurgu yapan Kayaoğlu, “Hatta madem toplumumuz dizilerden yola çıkarak kendini onlara bu kadar endeksli geliştiriyor ve diziler hayatı bu kadar etkiliyorlar, öyleyse daha doğru ve sağlıklı, daha gerçekçi ve hayatın içinden ilişkiler üzerinden senaryolar yazılmalıdır. Sıkıntıların ve zorluğun iç içe geçtiği, birbirini seven iki insanın arada sırada zorluklar yaşayabileceği, daha sonra bu zorlukların üzerinden gelebilmek için uygulayabilecekleri profesyonel yöntemlerin öğretilebildiği senaryolar gelişmesi gerekir. Senaristlerin danışmanlık hizmeti alması gerekir. Örneğin evlilikle ilgiliyse evlilik terapistlerinden destek alsınlar. Gerçek ilişkiler üzerinden gerçek senaryolar yazsınlar. Gerçek senaryolar izlendiğinde de insanların geliştiğini görüyoruz. Şunu da vurgulamak gerekir; kişisel gelişim ‘kendimi geliştireyim` fikriyle sadece kitap okumakla olmaz. İnsanlar sosyal faaliyetler yapmalı, insanların arasında olmalı, onlarla sosyalleşme kuralları standartlarında birliktelikler yaşamalı. Sonra çok doğru ve iyi yazılmış senaryolarla muhatap olmalılar. O senaryolardan da kendilerine dersler çıkarmalıdırlar. Ekran bir araçtır. İçine ne doldurduğumuz tamamen bizimle alakalı. İçine doğru malzeme yerleştirirsek ekran geliştirir, içine saçma sapan, hayatla uzaktan yakından bağlantısı olmayan şeyler yerleştiriyorsa ekran insanları geriye götürür.” ifadelerini kullandı.

Gazeteci Yazar Salih Tuna`nın konu ile ilgili gazetemiz için yazdığı

ÖZEL DEĞERLENDİRME:

DAHA NEYİ BEKLİYORUZ?

Sakın ola dizi işte, diziden ne olur, deyip geçmeyelim. En etkili yaşam tarzı nakletme vasıtalarıdır.

Öyle bir nakildir ki bu, maruz kalanın ruhu duymaz.

Öykünün dramıyla izleyiciyi bir güzel narkozlarlar, sonra da yaşam tarzını ağır ağır damardan yüklerler.

Yaşam tarzı dediğim, yemeden içmeye selamdan sabaha kadar her şey…

Dizilerle pazara sürülen, pazarlanan kadın –erkek ilişkileri bağlamındaki yaşam tarzlarını burada hülasa etmeye bile haya ederim.

Elbette her dizi için söylemiyorum bunları. Fakat malumunuz, çoğu dizi böyle…

Vaktiyle, “Fatmagül” adlı zavallı bir kızcağıza 4 şerefsizin tecavüz ettiği bir dizi vardı, milyonları ekrana kilitlemişti.

Bir maçta tribünlerdeki binlerce taraftar hep bir ağızdan, “Fatmagül`ün suçu yok biz onu Bihter sandık” diyerek dizideki tecavüzü tezahüratla onaylıyor (onaylanmak ne kelime adeta “yaşıyor”) o maçı canlı yayımlayan şebelek spiker de bu kepazeliği matah bir şeymiş gibi gülerek terennüm ediyordu.

Soralım şimdi…

Bu cemiyet “ruhunu” nerde nasıl kaybetmişti ki mahut müstekreh sahne üzerine bina edilen konsepte bu denli teveccüh göstermişti?

Cevabı gayet basit bir sorudur bu: Yaşam tarzı nakil vasıtalarıyla…

Kimi zaman gazetelerden okuduğumuz, zina yaptığı adamla birlikte olup öz çocuğunu öldüren "anne" müsveddeleri nerden üredi sanıyorsunuz?!

Dalga geçmek bahanesiyle Türk sinemasında ne kadar tecavüzcü karakter varsa hepsini birden sevimli hale kimler getirdi?

Mesela, adı lazım değil bir sinema filminde, Yeşilçam`ın meşhur tecavüzcü figürleri “şehid eşleriyle” halvet olmak için yollara koyulması komedi öğesi olarak verilmişti.

Şunu vaktiyle dercetmiştim tekrar edeyim: Özgecanımızı yakan alçaklarla “Tecavüzcü Coşkun” gibi karakterleri “sevimli” göstermeye çalışan zihniyet arasında bir bağ vardır.

Bu zihniyetle hesaplaşmamız lazım.

Nasıl mı?

Kendi filmlerimizi yaparak…

Ne ki, Sayın Erdoğan`ın da ifade ettiği gibi çok ihmal ettiğimiz bir alandır bu!

Tefessühün kaynağıyla hesaplaşmanın da “yaşanmaya değer hayatı” anlatmanın da en etkili yolunu nasıl bu denli ihmal ettik, dizlerimizi dövsek yeridir.

Onca yıl geçti; Ömer Muhtar ve Çağrı`dan öteye pek bir şey yapılmadı hâlâ.

Keşke…

Yasin Börü`den Metin Yüksel`e kadar insanlara örnek göstereceğimiz şehitlerimizin sinema filmlerini yapabilsek… 

Bu vesileyle, Doğuhaber Gazetesinin bir hikaye- senaryo yarışması düzenlemesini çok isterim.

Zira biliyorum ki, en güzel hikayeler sizin okurlarınızın çıkınında vardır.

Çünkü onlar her şeyi künhüne varacak denli yaşadılar / yaşıyorlar.

Unutmayalım: Hikayesi olan insanların dışında kalanların istatistiğin konusu olduğu bir çağda yaşıyoruz.

Ünlü Fransız sinemacısı Jean- Luc Godard, “Sinemanın tarihi öteki tarihlerden büyüktür. Çünkü onu gösterebilirsiniz” demişti.

İnsanlara göstereceğimiz, göstermemiz gereken hikayelerimiz yok mu?

Var değil mi, hem de herkesten çok.

Analarımızın, babalarımızın, kardeşlerimizin, bacılarımızın, ailelerimizin, ırmaklarımızın, dağlarımızın ağıtlarını anlatmak için daha neyi bekliyoruz?