Gözünde o günler canlandı. Yıllar önceydi.
 
Mahşeri bir kalabalık -50 bin kişi- o kutlu cenazeyi taşımıştı omuzlarda. İşte şimdi karşısındaydı mezarının.

Edirnekapı Necatibey şehitliğinde sükunet rüzgârları esiyordu. Adeta yapraklar dahi kımıldamıyor, mezarın başındaki ihtiyar adamın hüznüne ortak oluyorlardı.
 
“Sevgili Oğlum…” sözleri döküldü dudaklarından. “Sevgili Metin’im…”
 
17 Temmuz 1958’de doğan oğlunun kulağına okuduğu ezanı hatırladı. Bitlis’in Kolongo yaylası Metin’in dünyaya gelişiyle yaz neşesi saçıyordu etrafa. Gözler, gönüller sevinçliyken kulağı ezanlı çocuk, gülümsüyordu zulüm koklu dünyaya…
Dokuz yaşlarına gelen Metin, bir gün ailece soluğu İstanbul / Fatih’te alır. Göçleri adeta bir hicret olmuştur gönül medinesine…
 
Akşemseddin İlkokulu, Gelenbevi Ortaokuluyla devam eder eğitimi. Gözleri sulanan ihtiyar adam dizleri dibine çöken gürbüz oğlunun ahvalini hatırlar.
 
- Neden?...
 
- Beni engelliyor. Ruhumu sıkıyor.
 
Terk etmiştir okulu. Kur’an-ı Kerim ve İslami ilimleri baba aşısından tutmuştur yüreği. Aşkla, sevdayla… Tek hedefi vardır artık. Hizmet, gayret ve hikmet…
 
- Yarın Bayezit meydanında miting var.
 
- Anma toplantısına gidelim.
 
- Bu gece İstanbul afişlerle donanacak…
 
- Var mısın… Ölüme…
 
Adı dillerde dolaşan yiğit biri olmuştu Metin. Karizmatik bir kişilik olan Metin’in etrafına insanlar aşkla toplandı.
Ailesinin eğitimi, yetiştiği ortam onu çabuk olgunlaştırdı. Gönlü İslami endişeyle dolu doluydu.
 
Yıllar tekin yıllar değildi. Sağ-sol kavgasının adım adım büyüdüğü yıllardı. Fakat Metin’in gönlü hizmet ve endişeyi hâkim kılmak için atıyordu alev alev.
 
Öyleyse Nebevi Metodla başlamak gerekirdi. Önce çevresinden, Çarşamba’dan, yani oturduğu semtten…
- Abi! Camide çocuklara ders veriyorum. Sen de gelir misin?
 
Olur, anlamında başını salladı. Yaz Kur’an Kursundaki ilk mektep çocuklarının yanında soluğu aldı arkadaşıyla.
Gönlünü hemen ortaya serdi:
 
- Gençsiniz, gücünüzün farkında olmayabilirsiniz. Ancak kesinlikle iyi biliniz ki, kâfirlerin yığınlarına güç yetirebilecek bir kuvvete ve yüreğe sahipsiniz. Bunun farkına varınız. Siz, beyaz bir sarık gibisiniz. Üzerinizdeki lekeler hemen belli olur. Buna göre yaşayınız. Ve şehadete âşık olunuz ki, o da sizi Allah’a götürsün.
 
Çakmak çakmak yanan gözlerdeki istikbal parıltıları, atinin denizinde yakamoz yapıyorcasına düşüncelerde yüzüyordu. Tohumunu atmıştı ya, yeşertecek olan Rabbiydi…
 
Fatih Camii çevresinde etkinlikler ihlasla sürüyordu. Vakıflar Yurdu, İlim Yayma Cemiyeti, MTTB… Buna karşı sureti haktan görünen hain eller ve solcular… Girift bir ortamdı o yıllar. Sinsi ve sapkın bakışlarla dolu… ama ağırlık ihlasta, Allah rızasında ve samimiyetle inançlı gençlerdeydi Fatih’te…
 
Henüz çocuklukta bu ihlâs yansımıştı oğluna. İhtiyar adam bakışlarıyla yılların perdesini araladı: Mahalleli arkadaşlarıyla aralarında bir İslam Cemiyeti kurmuştu oğlu Metin. Mahalleliyi üye yapıyor, kitap veriyordu. Evinin bir odasını mescide çevirmiş, tahtadan vaaz kürsüsü, müezzin mahfili ve minber yapmıştı. Arkadaşlarını çağırıyor, namaz kılıyor, mevlüt okutuyor ve sonunda şeker dağıtıyordu bu küçük cemiyetinde. Ama İstikbaldeki Cemiyetin bir minyatür projesiyle eğitiyordu kendini.
M.T.T.B’nin spor kulübündeki faaliyetleri kısa zamanda gönül birliğine döndü. “Akıncılar Derneği” İstanbul şubesiyle beraber birçok çevreyle tanışıp kaynaştı. Sevdi, sevildi. Aktif, girişken ve her mitingde, yürüyüşte, afiş asmada adı dillerdeydi… Gençliğin kahramanı yiğit bir dava eriydi Metin.
 
1975 yıllarıydı. Eminönü Gençlik lokalini bir arkadaşıyla beraber kurdu. Süleymaniye çevresindeki işçiler ve diğer insanlar, akşamları yüreklerini manevi eğitime adıyorlardı. Mutlu bir şekilde…
 
Yaşı küçük olsa da Akıncıları Fatih’e o soktu. Uğraştı, didindi. Kısa sürede toplanan insanlar Akıncılar Derneğine dönüştü. Planlı hareket, planlı faaliyet hareketi yurt çapında duyurdu. Bir işaretle en az beş bin insan dökülüyordu yollara. Nerde bir miting orada Metin, vardı. Taksimde, yani solun yüreğinde bir gece duvarlara gözü pek gençler afiş yapıştırıyorlarsa, Metin başlarındaydı. Adı, sureti haktan hainler ve komünistlere acı veriyordu. Ama o, takmadı bunu, takmadı karanlığın kin kusuşunu.
 
- Haftalık seminerler yapılmalı dernekte.
 
- Hoparlörle ses dışarıya verilsin ki halk da dinlesin.
 
- Haftada iki gün doktorlar getirilsin. Halka hizmet verilsin.
 
Bir dernek ki hem dispanser hem ilim yuvası hem de hareket merkezi… Yani gönüller fetheden bir eğitim ocağı…
Solun rahatsızlığı planlara yansımıştı. Komünistler kendi Planlarını uygulamıştı bile. 1977 yılında Darüşşafaka Lisesi önünde bir grup geçiyordu. Metin ve arkadaşları... Sekiz komünistin kurşunlarının hedefinde o ve arkadaşları vardı o gün. Bu ani yaylım ateşi sonucu Metin, ikisi karnından olmak üzere üç, iki arkadaşı ise birer kurşun yarası almıştı.
Gureba Hastanesi… Bir haftalık tedavi… Sonuçta Metin gazi… Bir unvan onu aklarken, birilerinin kinini ağzından taşırıyordu.
 
Artık kabına sığmayan biriydi gazimiz. İstanbul dar gelince bir müddet Ankara / Demet evlerde kardeşleriyle faaliyette bulundu. Sivas’ta kısa süreliğine tutuklanması dahi, İslami endişesindendi. Şehir şehir, ilçe ilçe gezer, yürek ateşini diri tutmaya çalışırdı.
 
1978’de İsrail Güney Lübnan’a girince Filistin’i destekleyen afişlerle o öndeydi herkesin. Filipin’le Moro’yla ilgili afişlerle Markos’u o protesto ediyordu. İran’da İnkılâp olunca salonlardan selam söyledi bağrı yanık bir şekilde sevinçle.
Ve İzmir’den bir haber! İran konsolosluğunda bir toplantı yapılacaktı. Üşenmedi kalktı gitti şubat soğuğunda. Dönüşü şehadetini meyve veren günden bir gün önceydi. Bir gün önce çatışmalar olmuştu sureti haktan geçinenlerle Akıncılar arasında. Basının da diline dolanan bu çatışmalar boy boy gazetelerdeydi.
 
Ertesi gün Cuma… 23 Şubat 1979... Geceden yağan kar, her tarafı kaplamıştı Halk camiye koşuşturuyordu. Bir grup akıncının gözü bir yiğide odaklandı. Yüreğinin sıcaklığı ağzında buhar buhar çıkan, soğuk suyla abdest alan gazi Metin’den başkası değildi.
 
Camiye girince gözleri girişte karanlık bakışlı birilerine takılsa da sureti haktan diye selamla geçiyor katillerini.
Kinleri ağızlarından taşan sureti haktan adamlar... Küçükbakkalköy de cahilce planlar yapmışlardı birkaç gün öncesinden. Biri, dem vuruyordu gelecek Cuma Allah’ın evinde/Fatih Cami gölgesinde yapacağı kahramanlıktan(!).
 
Cemaat dağılınca sünnetlerini de eda etti. Caminin Çarşamba pazarına bakan doğu kapısından sakince çıkıyordu. Yağan kar her tarafı kaplamıştı zemheri yapısıyla… hazırdı üzerine birazdan düşecek bir şehidin sımsıcak kanıyla sulanmaya..
Karşıda bir çınar ağacı, arkasında karanlık bir çift göz. Arkadaşlarına doğru merdivenlerden henüz 50 metre uzaklaşmıştı ki bir ses duydu:
 
- Metin!
 
Adıyla çağrılmıştı; ama ses dostane değil düşmancaydı. Ağır ağır geri döndü. Eli silahlı sureti haktan insanlar gördü.
 
- Eller yukarı, teslim ol!...
 
Ardından Metin’in ayaklarına doğru ateş açtı katili. Kurşun ayak parmaklarını sıyırdı.
 
- Bakın, benim silahım yok. Niye ellerimi kaldırayım ki?
 
Cevap bir el ateş daha oldu. Yere kapaklanıp kıvranan Metin ve arkadaşları tarandı. Kurşun yağmuru farklı kişilerce, farklı silahlarla yapılıyordu. Katiller, telaştaydı. Tam kaçacakları anda bir ses zonkladı beyinlerinde.
 
- Eşhedü en lailahe…
 
Yerde kıvranan Metin’in sesiydi. Rahatsız oldular sureti haktan katiller. Başına üşüştüler leş kargaları misali.
Kafasına birkaç el daha ateş açıp kaçtılar. Hem de tekbir çekerek.
 
Fatih Cami gölgesinde, cemaatin bakışları altında bir cinayet işlenmişti. Beyaz karlar üzerine kıpkırmızı bir kan dökülmüştü.
Toparlanan arkadaşları da onun gibi silahsızdı. Metin’i kaptıkları gibi hastaneye götürürken geride sesler duyuluyordu cemaatten:
 
- Çok mert bir çocuktu. Bu havalide solcuları da ülkücüleri de susturmuştu.
 
- Ben İslam’a adadım kendimi derdi hep…
 
“Başınız sağ olsun” demişti ya doktor, o zaman ayıldı arkadaşları. Metin, şehitti..

 

 

 

Oğlunun vücudundan çıkan kurşunları hatırladı ihtiyar adam. Dört değişik silahlara aitti. 6.35, 7.65, 9’luk tabanca ve sten mermisi…
 
Kolongo yaylasının temiz havasını ciğerlerine çekercesine yüreğinden bir “ah” dökülen ihtiyar adam, ellerini yüzüne sürüp uzaklaşırken şehid oğlunun başucundaki mezar taşında yazılı olan dörtlüğü mırıldanıyordu:
Dilerim bakma Ya Rab yüzümün karasına
Merhem-i Rahmet süre, masiyetim yarasına
Kereminden- her ne kadar mücrim isem-kesmem ümit
Giremez kimse efendiyle kulun arasına.
 
MEHMET ALİ GÖNÜL / DOĞRUHABER