Feyzullah Zerey / Doğruhaber
Karlarla kaplı köy yollarında ilerliyoruz. Üzerimize lapa lapa kar yağıyor. Kuş uçmaz kervan göçmez dağların doruğunda kurulan çadırlara ulaşmaya çalışıyoruz.
Burası Edirne’nin Uzunköprü ilçesine 10 km uzaklıkta bir bölge. Diyarbakır Karacadağ’dan odun kömürü yapmak için buralara gelen aileleri ziyarete gidiyoruz. Dondurucu soğuklarda çadırlarda yaşayan beş aile var. Her bir ailenin bir çadırı bir de misafir çadırı var. Zor şartlar altında hayat mücadelesi veren bu ailelerin ne işi var buralarda diye düşünmeden edemiyoruz. Memleketlerinde iş bulamayan ve helal rızıkları için uzaklara gitmek zorunda kalan bu insanların misafiri oluyoruz.
KARLI GÜNLERDE EVE DÖNEMİYORLAR
Bir süre yol aldıktan sonra arabamızı durdurmak zorunda kalıyoruz. Bundan sonra ancak traktörle gidebiliyoruz. Arabaların geçmesi mümkün değil, yol yok ve her yer çamur.
İki seneden beri aynı yerde ikamet eden aileler güvenlik sorunu da yaşıyorlar. Kurt, tilki, çakal ve domuz saldırılarına maruz kalıyorlar. Çocukları okul okumak için uzun bir yolu aşmaları gerekiyor. Gittikleri köy okulundan yoğun kar veya yağmurdan dolayı bazen çadırlarına dönemeyip köylülere misafir kalmak zorunda kalıyorlar.
Bütün zorluklara rağmen buralar gerçekten çok güzel. Kartpostalları aratmayacak manzaralar var. İnsanlar doğa ile baş başa, her şey doğal…
Çadırköy’de bizi ilk karşılayan çocuklar oldu. Doyasıya kartopu oynayan çocuklar hayatlarından gayet memnun. Dünya umurlarında değil.
Nihayet çadırlara yetiştik. Bir köy meydanını andıran bu yerde farklı renkteki brandalardan yapılmış altı çadır mevcut. Traktör, su tankı, tandır ve tavuk kümesi ile tam bir köy görünümünde.
EDİRNE DAĞLARINDA KARACADAĞ SOFRASI
Sıcak ve sevgi dolu bir karşılama yorgunluğumuzu hemen alıveriyor. Yüzlerindeki parıltı ve tebessümlerine hayran kalıyoruz. Artık çevredeki soğukluğu hissetmiyoruz. Misafir çadırına buyur ediliyoruz. Tahminimizden çok daha sıcak evet, çadır lakin sımsıcak. İki bölümden oluşur çadır; üst tarafta oturma yeri şark köşesi gibi döşenmiş, alt tarafta soba, televizyon, zahirelik, yataklık…
Çok geçmeden önümüze meşhur Karacadağ sofrası indiriliyor. Büyük tabaklarda bulgur ve üzerinde kırmızı et, mis gibi tandır ekmeği, soğan ve kuru fasulye... Misafirperverliklerini gördükçe hayran kalmamak elde değil. Büyüğüyle küçüğüyle misafirleri olan bizlere ikram etmek ve bizi rahat ettirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Doğunun saflığını, mütevazılığını, dostluğunu buralara taşımışlar.
Karacadağlı aileler sadece Uzunköprü’de değil, Edirne’nin Enez ve Meriç kırsalında da kalıyorlar. Tabi bundan önce Manisa, Balıkesir, Kırıkkale, Ankara gibi yerlerde de aynı işle meşgul olmuşlar.
Tek bir şeyden şikâyetçi oluyorlar, o da buradaki halkın İslam’dan habersiz olması, dinlerini yaşamaması. Gittikleri her bakkal içki satıyor ve bu yüzden alış veriş yapamıyorlar. Küçük köylerde bile içki satıldığını hatta köylerde meyhanelerin bile olduğunu söylüyorlar. Buralarda imamlar, hocalar ya gelmemiş ya da onlara bir şey söylememiş diyorlar. Bu halk için dua ettiklerini de ısrarla vurguluyorlar. İnsanların Allah’ın dininden habersiz yaşamasını bir türlü kabullenmek istemiyorlar. İşçilerden bir tanesi bir anısını bizimle şöyle paylaştı; “Bir köylüye İslam’dan bahsetmeye çalıştım, kendisi “herkes aya çıkıyor sen İslam’dan bahsediyorsun” cevabını verdi.”
Şöyle diyorlar; “Memlekette iş imkânı yok, araziler verimsiz, hayvancılık yapamıyoruz. O yüzden buralara gelmek zorunda kaldık. İsteriz ki memleketimizde iş imkânı olsun, fabrikalar olsun, sigortalı olarak oralarda çalışsak, memleketimizden 2 bin km uzaklıkta bir yerlere gitmesek."
CEMAAT YOK, İKİMİZ TEK VARIZ HOCAM
Sanki başka bir ülkeye geldik, İslami hayat yok. İçkinin sadece meyhanelerde olduğunu sanıyorduk, baktık ki bakkallarda bile satılıyor. Yakınımızda bulunan köyün nüfusu 6 bin kişi, lakin cami cemaati otuz kişi yok. Başka bir köyün nüfusu da hemen hemen o kadar, onun da hiç cemaati yok. Bir gün bir arkadaşımız cuma namazı için köy camisine gitmiş. Bir imam var bir kendisi. İmam hutbede; “Sayın cemaat” diye seslenince, arkadaşımız; “Sayın cemaat yok, ikimiz tek varız hocam” deyince imam, “görevimizi yapıyoruz” cevabını vermiş.”
ÇAĞRI TV AÇILINCA JENARATÖR ALDIK
Çadırköyde yaşayanlar sözlerini şöyle sürdürüyorlar; “Buralarda İslami yaşantımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Gündüzleri çalışıyor, geceleri çocuklarımıza Kur’an dersi veriyoruz. Eskiden gaz lambalarıyla etrafımızı aydınlatırdık. Şimdi traktörün aküsüyle elektrik ihtiyacımızı karşılıyoruz. Çağrı Tv kurulunca onu seyretmek için yeni bir sistem geliştirmek zorunda kaldık. Jeneratör aldık, benzin pahalı oluğu için kendi imkânlarımızla LPG’ye dönüştürdük. Çağrı Tv seyretmek için gece bir veya iki saat jeneratör çalıştırıyoruz.”
Bizler de kısa bir süreliğine bile olsa misafir çadırında bulunan televizyondan Çağrı Tv’yi seyrediyoruz. Bu güzel insanlar namazlarını cemaatle kılmaya gayret sarf ediyorlar. Yatsı namazını da cemaatle kıldıktan sonra herkes çadırına gidip yatıyor. Sabah namazıyla beraber işe koyuluyorlar.
Gazete ve derginin iyi birer okuyucusu olduklarını sözlerinden ve hareketlerinden anlıyoruz. Israrla bu yöre halkının İslam’dan uzak bir hayat yaşadıklarının altını çizen bu insanlar, suçlu olarak hocaları görüyor. “Neden bu insanlara Allah’ın dinini anlatmamışlar?” diye üzülüyorlar.
ODUN KÖMÜRÜ ZAHMETLİ İŞ
Gelelim yaptıkları işe; odun kömürü elde etmek için neler yaptıklarına bir bakalım. Orman İşletme Müdürlüğü düzenli aralıklarla orman bakımı yapmak için ihale açıyor. Genelde mühendis ve mütahitler bu işi alıyor. Orman işçileri gelirlerinin yüzde 20’sini onlara veriyor. Fakat şu unutulmasın, bu iş sahipleri oturdukları yerde para kazanıyorlar yaptıkları hiç bir iş yok. Bütün işi orman işçileri yapıyor.
Çok sık olan ağaçları seyreltmek için “hizar” denilen araçlarla kesim yapılıyor. Böylece geriye kalan ağaçlar daha kuvvetli oluyor ve daha iyi büyüyor. Bir işçi aşağı yukarı günlük 6-7 depo benzin harcıyor. Kesilen odunlar kadın ve çocukların yardımıyla traktöre bindirilerek harman yerine getiriliyor. Günlerce çalıştıktan sonra on-on beş traktör toplanınca odun kömürü yapma işlemine başlıyorlar. On beş gün ocakta yanan odunlar sonunda kömür halini alıyor. Odunlar soğuduktan sonra torbalara yerleştirip tüccarlara satıyorlar.
Bazı tüccarların paralarını vermediklerinden veya geciktirdiklerinden şikâyetçi olan işçiler; “Tüccarlardan bazıları malı alıyor fakat ödemesini zamanında yapmıyor veya bir daha kendisini göremiyoruz. El emeğimiz heba olabiliyor. Tabi bu bazen oluyor” diyorlar.
KADINLAR HALLERİNE ŞÜKREDİYOR
Burada dikkatimizi başka bir şey çekiyor. Kadınlar haya timsali çarşaflarıyla dışarı çıkıyorlar. Gerek Çadır Köy’de gerekse de ormanda iş yaparken çarşaflı çalışıyorlar.
Eş ve çocukları hakkında çok iyimser olan bu işçiler şöyle konuşuyorlar; “Eş ve çocuklarımız da bizimle beraber çalışıyorlar. Kanaatkâr, inançlı insanlardırlar. Lüks hayatı pek önemsemiyorlar. Günlük hayatlarını yaşıyor, şükrediyor ve Allah beterinden saklasın diyorlar. Bu zor şortlar altında Allah’a daima şükrediyorlar”
YILLARDIR MEMLEKETLERİNDEN UZAKTALAR
1997’den bu yana bu işlerle meşgul olduklarını dile getiren işçiler; “Kırıkkale, Ankara, Aksaray gibi illerde çalıştık. Gittiğimiz her yerde cami ve misafir çadırı olarak değerlendirdiğimiz bir çadırımız var, bu çadırda oturup sohbet ediyor, dertleşiyor, kitap, gazete ve dergi okuyor, namazlarımızı cemaatle kılıyor, çocuklarımıza Kur’an dersi veriyor, okul derslerine yardımcı oluyor, televizyon seyrediyor ve misafir ağırlıyoruz” diyorlar.
Yakınlarındaki köylüler tarafından sevildiklerini anlatan işçiler; “Çevremizdeki köylülerle sık diyalogumuz olmamakla beraber bizleri seviyorlar. Kendi aralarında bunlar çok iyi insandırlar diyorlar. Onların bize bir işleri düştüğünde elimizden geleni yapıyoruz. Onlar da yeri geldiğinde bize yardımcı oluyorlar” şeklinde konuşuyorlar.
Yaptıkları işten çok memnun olduklarını belirten işçiler; “İşimizden memnunuz, çok şükür insanlara muhtaç olmuyoruz. Emir kulu değiliz. Üzerimizde kimse yok, istediğimiz zaman çalışıyor, istediğimiz zaman dinleniyoruz. Kendi durumlarına razı olmayan insanlara şükür etmelerini tavsiye ediyoruz, biz bu halimizle şükrediyorsak onlar çok daha fazla şükretmelidirler” diye tembihte bulunmayı ihmal etmiyorlar.
Misafir çadırında sohbet ediyoruz. Can kulağıyla bizi dinliyorlar. Hoş bir İslamî sohbetten sonra çay eşliğinde günlük konuşlarımıza geri dönüyoruz. Hallerinden çok memnun olduklarını her fırsatta açıklamaktan geri durmuyorlar.
ENEZ DAĞLARINDAYIZ
Akşama kadar Uzunköprü mıntıkasında kaldıktan sonra bu misafirperver insanlarla vedalaşarak Enez tarafına doğru gidiyoruz. Yaklaşık kırk kilometre gittikten sonra Enez dağlarında kurulu çadırlara ulaşıyoruz. Burası Yunanistan sınırına elli kilometre uzaklıkta bir bölge. Ayrıldığımız diğer çadır köyde elektrik yokken burada elektrik var. 700 metre uzunlukta bir kablo çekilmiş ve yakındaki bir köyden elektrik bağlamışlar.
Hayatlarından çok memnun oldukları gözlenen bu insanlar da bizi sevgiyle karşılıyor. Yirmi dört saat yanan odun sobasının önünde iyice ısınıyoruz. Doğrusu odun sobasının sıcaklığı da bir başka oluyor, sanki insanın içini ısıtıyor gibi. Nedense kalorifer sıcaklığı bu tadı vermiyor.
Kısa bir zamanda, oturduğumuz misafir çadırının içi gençlerle doluyor. Biri diğerinden daha güler yüzlü ve hürmetkâr olan bu insanları görmek bizi mutlu ediyor. Onların o saygılı oturuşları, misafire karşı hürmetleri şayanı dikkattir. Bizi sevindiren diğer bir şey de bu gençlerin kendi aralarında İslami sohbetler yapması, İslami kitap okumaları ve namazlarına çok dikkat etmeleri.
İnsan buralarda kendisini evinde hissediyor. Evinde görmediği rahatlığı bulabiliyor. Geceyi güzel sohbetler ve iyi bir uykuyla geçirdikten sonra sabah namazıyla beraber başka bir çadır köye gitmek için vedalaşıyoruz.
MERİÇ DAĞLARINDAYIZ
Meriç ırmağı üzerinde kurulu Meriç köprüsünü geçip çadırların bulunduğu bölgeye doğru yol alıyoruz. Çevremizde çeltik tarlaları var. Bu yörenin insanları anlaşıldığı kadarıyla çok verimli topraklara sahip.
Burada konakladığımız çadır şimdiye kadar gördüklerimizden farklıydı. Çünkü bu çadırın iki odası, zahireliği ve banyosu vardı. Demek ki çadır diye geçmemek lazım. Birbirinden güzel, konforlu evler olduğu gibi farklı çadırlar da elbette olurdu. Yani kısaca kendimizi biraz lüks bir çadırda bulduk.
Burada da bir süre oturup izzet ikram gördükten sonra artık evimize dönme vakti geldi. Onlarla da vedalaşarak çadır köyden ayrılıyoruz.