Nereye koşuyoruz, bir fert olarak neyi elde etmek için çırpınıyoruz, bütün bu çalışmalarımızla netice olarak nereye varmak istiyoruz, ulaşmak istediğimiz şey nedir, hedef olarak neye kilitlendik?
Böyle sorular karşısında aklımıza ve dilimize gelen ilk cevaplar bellidir ve hazırda beklemektedir:
“Allah rızası için, Allah’ı hoşnut ve razı etmek için, bu arada ahiretimizi, dolayısıyla cenneti elde etmek için.”
Başkalarının yanında bu sorulara genellikle böyle cevap veririz, bütün bu koşuşturmalarımızın hedefinin bu olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Hatta böyle sorular bize sorulmadan bile ara sıra yeri geldiğinde kalıplaşmış bu güzel sözleri sarf ederiz. Başkalarından da çokça duyarız, belki de hayatımızda en çok duyduğumuz veya bizim sarf ettiğimiz bir cümledir bu:
“Allah rızası için. Bütün bu koşuşturmalarımız sadece Allah için, Allah’ı razı etmek içindir...”
Acaba gerçekten öyle midir? Kendi kendimizi bu konuda sağlam bir testten geçirdiğimiz oldu mu?
Allah için şöyle tenha bir yere çekilelim ve sakin bir kafayla kendi kendimize bir daha soralım bu soruları. Bu arada şunu unutmayalım ki, insan kendi kendisini herkesten çok iyi bilir, başkalarını kandırabilir ama kendisini biraz zor kandırır. Allah Teâlâ’yı ise asla kandıramaz.
Kendi kendimize “İslam için, Allah için” diye kabullendirdiğimiz bu faaliyetlerimizin arka planında gerçekte neler var? Veyahut da ne kadarı Allah rızası için, ne kadarı dünyamız için? Şu anda üzeri örtülmüş durumdaki dünyevi beklentilerimiz nelerdir, bunları samimi olarak tespit etmeye, bulup orta yere çıkarmaya çalışalım.
Aslında bunu tespit edebilmek öyle zor bir şey değildir. Günümüzde artık yanımızda taşıdığımız küçücük bir aletle şekerimizi ölçebiliyoruz, tansiyonumuzu, kolesterolümüzü hemen ve kesin olarak öğrenebiliyoruz, uzun uzun tahlillere ve beklemelere gerek duymuyoruz. Bir bayan hemen yakındaki bir eczaneye uğrayarak basit bir işlemle hamile olup olmadığını öğrenebiliyor.
İyice düşündüğümüzde koşuşturmalarımızın Allah için olup olmadığını, ihlâs ve samimiyetimizi, daha da önemlisi, kendimizin mümin olup olmadığımızı veya imanımızın derecesini kendi kendimize bir takım uygulamalarla kesin olarak öğrenebileceğimize inanıyorum. Bir başka deyişle, imanmetremiz, ihlâsmetremiz var bizim, hem de yeni icad olmadı, Müslümanlar olarak ta ezelden beri sahibiz buna.
Hani, Nasreddin Hoca ata binmek için şöyle bir sıçramış, fakat binememiş, "Hey gidi gençlik hey!" demiş, sonra etrafına bakmış, kendisinden başka kimse yok; "Haydi oradan, ben senin gençliğini de bilirim." demiş. Biz de kendi kendimizi gerçekten ve özellikle başkalarından çok daha iyi biliriz.
Şu iki Muhammedî ölçüyle imanımızı net ve berrak bir şekilde kendi kendimize, hiçbir yere müracaat etmeden ölçebileceğimize inanıyorum:
"Nefsim elinde olana yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yerine getirdiğiniz takdirde birbirinizi sevdirecek bir şeyi size haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız!" (Müslim, Kitabu`l-İman)
"Kendi nefsiniz için sevdiğinizi kardeşiniz için de sevmedikçe iman etmiş olamazsınız!" (Buhari, Kitabu`l-İman)
Geliniz şimdi kendimizi bu Muhammedî ölçülere vuralım, kendimiz için sevdiğimiz bir şeyi kardeşimiz için de sevip sevmediğimizin bir testini yapalım:
Diyelim ki tanıdığımız bir kardeşimizin iyi bir fakülteyi kazandığını öğrendik, bir arkadaşımızın çok iyi bir kişiyle nişanlandığını duyduk, bir dostumuzun ticaretten çok büyük kazanç elde ettiğini öğrendik, bir arkadaşımıza geçmişlerinden yüklü bir miras kaldığını öğrendik… Kısacası birilerinin böyle uğrunda yarışılan bir takım güzelliklere, iyi şeylere kavuştuğunu öğrendik… Elbette dilimizle onları tebrik ederiz, onlara sevindiğimizi belirtiriz. Fakat şöyle bir köşeye çekilelim ve samimi olarak kalbimizi yoklayalım; gerçekten içimizde bir sevinç var mı? Eğer öyleyse, yani gerçekten içimizde bir sevinç varsa, kalbimizde bir rahatlama ve genişleme ve bir huzur varsa, hiç korkmayalım ki biz Müslüman’ız, biz müminiz, hem de ihlâslı bir müminiz.
Yok, eğer tanıdığımız bu insanlar hakkında aldığımız bu güzel ve hayırlı haberlerden dolayı içimizde bir sıkıntı, bir daralma, kalbimizde bir kararma varsa, bizim durumumuz kötü demektir, imanımızda, ihlâsımızda bir bit yeniği, bir çürüklük söz konusu demektir.
Böyle olunca, bizim bir hareket içerisinde, bir cemaat bünyesinde, bir ekip içerisinde İslam adına yaptığımız bu koşuşturmalarımızın ne için olduğu da yavaş yavaş ortaya çıkıyor demektir.
Geliniz biz bu soruları Müslüman bir ferdin kendi adına yaptığı bireysel koşuşturmalar için değil de bir cemaat içerisindeki çalışmaları göz önünde bulundurarak soralım:
Bizim meşrebimizden, bizim cemaatimizden olmayan diğer Müslümanların İslam adına bir takım güzel çalışmalarına şahid olduğumuzda, onların başarıları ve güzel haberleri bize ulaştığında içimizde ne tür duygular belirmekte?
Bir başka vakfın, bir başka derneğin, bir başka cemaatin eğitim çalışmalarını, İslami derslerini, ilmi faaliyetlerini, yardım çalışmalarını ve düzenlediği etkinlikleri haber aldıkça, öğrendikçe veya şahid oldukça neler hissettiğimizi, kalbimizin nasıl bir hal aldığına iyi dikkat edelim. Çünkü bu bizim kim olduğumuzu açığa çıkaracaktır.
Grubumuzdan olmayan bir Müslüman, bizim yanımızda birileri tarafından övüldüğünde, o ana kadar duymadığımız bir takım faziletleri ve üstün meziyetleri dile getirildiğinde, acaba yüzümüzün şekli nasıl bir hâl almakta?
“Biz filan kişiyi sıradan, normal bir şahıs olarak biliyorduk, meğer o hafızmış, aynı zamanda ciddi bir Arapça bilgisi varmış, hem İslam adına önemli bedeller ödemiş, bugün İslam adına mücadele verilen birçok cephede yer almış...”
Evet, cemaatimizin dışında, başka cemaate mensup bir Müslüman hakkında böyle güzel şeyler duyduğumuzda hemen kalbimizi bir yoklayalım ve Allah için samimi konuşalım; kalbimizde bir sevinç mi var, yoksa bir daralma, bir sıkıntı mı var?
Evet, cemaatimizden olmayan bir kişinin cömertliğinden, ihlâs ve samimiyetinden, sıcaklığından, yiğitliğinden, âlimliğinden, çok mütevazı biri olduğundan söz edildiğinde hemen içimize dönelim ve kalbimizin sesini dinleyelim, ne diyor acaba? Hatta çabucak kalkıp bir aynaya bakalım ve yüzümüze yansıyan ifadeyi iyice seyredelim.
Biraz daha acı sorular soralım kendi kendimize:
Bizim meşrebimizden veya çalışma grubumuzdan olmayan bir mümin hakkında kötü bir haber duyduğumuzda hiç de üzülmediğimiz oluyor mu, hatta içimizi iyice yokladığımızda sinsi bir sevinç duygusuyla karşılaştığımız oluyor mu, olmuyor mu?
Cemaatimizden olmayan bir Müslüman’ın, önde gelen bir Müslüman’ın, bir kadınla uygunsuz bir şekilde yakalandığı haberini aldığımızda, bu ister gerçek olsun, ister iftira olsun...
Veya cemaatimizden olmayan böyle bir Müslüman’ın yine aynı şekilde adının bir para meselesine, bir yolsuzluğa karıştığı haberi bize ulaştığında...
Veya bizim meşrebimizden olmayan önemli bir Müslüman’ın haram ve helâl konusunda titiz olmadığının anlaşılması durumunda, yani göründüğü gibi olmadığı ortaya çıktığında veya böyle bir söylenti bize ulaştığında...
İşte biz bu noktada imanımızın imtihanıyla karşı karşıyayız. Bizim kim olduğumuz işte bu noktada ortaya çıkacaktır, biz kim olduğumuzu bu noktada öğreneceğiz.
Bütün bu duyduklarımız ve gördüklerimiz karşısında:
—Ya! Öyle mi, yazık olmuş? diyerek önce ufak bir şaşkınlık geçirdiğimiz, daha sonra toparlanarak bundan adeta bir zevk duyduğumuz, hatta duyduğumuz bu zevkimizi karşımızdaki insandan gizleyemediğimiz, gözlerimizden okunduğu durumlar oluyor mu, olmuyor mu?
Bütün bu hayati konularda öyle iyi bir imtihan verdiğimiz kanaatinde değilim. Hepimiz öyle olmasak da, sanki oturmuş dışımızdaki Müslümanların ayaklarının kaydığına dair haberler bekliyor gibiyiz.
Pusuda bekler gibi bir halimiz var. Dışımızdaki bir Müslüman’ın, onu bütün insanların gözünden düşürecek bir haberini, hatta onu tekfir edebileceğimiz bir haberini bekliyoruz sanki. Onun toplum içindeki itibarını sıfırlayacak, İslami çalışmalardan ekarte edecek, saf dışı bırakacak bir günahını, bir hatasını bekler gibiyiz. Bulur bulmaz da adeta sevinç çığlıkları içinde hemen dört bir yana elektronik imkânları da kullanarak hızlı bir şekilde yayı veriyoruz. Allah’ım! Bir mümin için bu ne büyük felaket!
Birbirimizi sevmedikçe
Müminleri sevmedikçe bu yarışı asla kazanamayacağız, yani cennete giremeyeceğiz.
Çünkü bu yarışın Muhammedî kuralına göre müminleri sevmedikçe (ideal) imanı elde etmiş olmayacağız! (İdeal) İmanı elde etmiş olmayanların cennete girmesi ise (büyük cehennem badireleri atlatılmadan) asla söz konusu değildir!
Ve özellikle meşrebimizden olmayan, cemaatimizden olmayan müminleri sevmedikçe, onların kötü haberlerine üzülmedikçe, güzel haberlerine sevinmedikçe...
Müminleri sevmedikçe bu yarışı asla kazanamayacağız, yani cennete giremeyeceğiz.
Çünkü bu yarışın Muhammedî kuralına göre müminleri sevmedikçe (ideal) imanı elde etmiş olmayacağız! (İdeal) İmanı elde etmiş olmayanların cennete girmesi ise (büyük cehennem badireleri atlatılmadan) asla söz konusu değildir!
Ve özellikle meşrebimizden olmayan, cemaatimizden olmayan müminleri sevmedikçe, onların kötü haberlerine üzülmedikçe, güzel haberlerine sevinmedikçe...
Şimdi yeniden bir daha düşünelim; biz nereye koşuyoruz, neye oynuyoruz? Bunu iyi tesbit edelim ki, İslami bir hareket ve çalışma içerisinde boş yere başkalarını peşimizden koşuşturmayalım, bizim nefsanî arzularımızın, riyaset sevdamızın, alkışlanma ve parmakla gösterilme hırsımızın kurbanı yapmayalım.
Hepsinden de önemlisi, İslami bir faaliyet içerisinde yalıtkan bir nokta oluşturmayalım, akamete uğratmayalım, hiç olmazsa çekilelim aradan.
Mehmed Göktaş / İnzar Dergisi / Şubat 2012