İlham verici bir devrim nasıl olup da bir felakete, derin bir kördüğüme dönüştü? Yüz binlerce şehit, sakat, dul ve yetim… Milyonlarca mülteci… Topyekûn imha… Her türden insanın birbiriyle çatışmasının mubah sayıldığı bir ülke… Yıkıcı bir uluslararası, bölgesel ve iç savaş… Tünelin sonunda bir ışık bile yok. Üstelik bütün bunlar Suriye içindeki ve dışındaki hür erkek ve kadınların muazzam çabalarına ve büyük fedakârlıklarına rağmen yaşanıyor.

Bu trajedi ve kördüğüm karşısında ne yapmak lazım? Aynı başarısız yaklaşımı mı benimseyeceğiz? Yani inkâr, gerekçe arama, gelişigüzellik, mazlumiyet ve sorumluluktan sıyrılma yaklaşımını... Sövüp sayma, yalvarıp yakarma, inat etme, öfkeyi yatıştırma, acıyı teskin etme ve sonra da gevşemiş halde bir sonraki yangını bekleme yaklaşımını... Bugüne kadar söz konusu yaklaşımın bir ürünü olarak atalet, geri kalmışlık, bağımlılık, felaketler, hataların tekrarı ve fırsatların kaçırılmasından başka bir şey elde edemedik.

Krizlerimizle başa çıkmada daha ciddi, daha cesur ve daha metodolojik olmamızın ve ayrıca teşhis koyma, sorumluluk üstlenme ve ibret alma noktasında Kur`ânî yaklaşımı benimsememizin vakti geldi.

Uhud Savaşı yenilgisinden sonra nazil olan ayetlerde hezimetin sorumluluğunun tamamen sahabelerde olduğu ifade edilmişti. Ayette buyuruluyor ki: “De ki: O (musibet), kendinizdendir." (Âli İmran-165). Bir başka ayette ise şöyle buyuruluyor: “Nihayet sevdiğiniz şeyi (zaferi) size gösterdikten sonra, za'f gösterdiniz. (Peygamber'in verdiği) emir konusunda tartıştınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.” (Âli İmran-152).

Kur`ân-ı Kerim`in burada hezimetin sorumlusu olarak karşı taraftan, yani Mekkeli Müşriklerden hiçbir şekilde söz etmemesi manidar. Zira bu şekilde Müslümanların kendilerini komplo teorileri ile teskin edip kurban psikolojisine kapılması önlenmek isteniyor.

Hakikatlerle yüzleşmek

Ne kadar şok edici olursa olsun, hakikatlerle yüzleşmekten ve gerekçe uydurmayı bırakmaktan başka seçeneğimiz yok.

Durumun ince detaylarına girmek ve öfkeyi yatıştırmak yerine, krizin köklerini tedavi etmek için analiz ve planlama yapmaya odaklanmalıyız.

Yahudiler soykırıma uğradı, peki tepkileri ne oldu? Dediler ki “Bir daha asla”. Nüfuslarının azlığına rağmen, kısa bir süre içerisinde nüfuz sahibi, saygı ve korku duyulan büyük bir güce dönüştüler.

Devrimin siyasi bir liderliği yoktu ve bu yüzden diğer Arap devrimlerinin de maruz kaldıklarına uğradı. Devreye o uğursuz geleneksel elit girdi. Ve bu elit, devrimi, hangi yolla ve her ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek için bir fırsat olarak gördü.

İkinci Dünya Savaşı`nda Almanya ve Japonya yerle bir edildi. Ama on yıllar içinde her ikisi de dünyanın en büyük iktisadi ve sınai gücüne dönüştü. Üstelik Japonya, doğal kaynaklardan mahrum ve tabii afetlere sıkça maruz kalan bir ada devleti olduğu halde bunu başardı.

Japonya`nın Mısır`ın modernleşme tecrübesinden istifade etmek üzere 1862`de ülkeye bir heyet göndermesi ne kadar da ironik. Heyet, Mısır`ın o dönemki temizliğine ve trenlerine şaşırıp kalmış. Aynısını 1962 yılında Güney Kore de yaptı. Çevremizdeki ülkeler sıçrama kaydedip ayağa kalkarken biz daha hâlâ yerinde sayma ile gerileme sarkacında gidip geliyoruz.

Suriye trajedisinde ise eğer başarısız ve teskin edici yaklaşımları bir kenara bırakıp, tasvir ve gevezelikleri aşıp doğru düzgün bir teşhis koyabilsek, Suriye`de herhangi bir partizan veya mezhepçi bayrağın taşınmadığını, hürriyet ve onurlu bir hayat uğruna ilham verici ve barışçıl bir halk devrimi yaşandığını görebiliriz.

Devrimin bu hali, zulüm aygıtının şiddetine, sızma ve raydan çıkarma çabalarına rağmen aylar boyunca böyle devam etti.

Devrimi raydan çıkaran tuzaklar

Bunun için devrim silahlandırıldı, hizipleştirildi, ayrışmalar başladı, dışarıdan destek arayışları ve dolayısıyla dışarıya bağımlılık başladı. Bütün bu tuzaklar, herhangi bir devrimi raydan çıkarmak ve başarısızlığa uğratmak için yeterliydi.

Arap devrimlerinin tamamı bu şekilde başarısızlığa uğratıldı. Tabii burada militerleşmesi mümkün olmayan ve zaten uluslararası alanda da bunun istenmediği Tunus örneğini hariç tutmak gerekiyor. Zira bu örnekte devrim konsensüs yoluyla düşürüldü.

Suriye halkı, hürriyet ve onur ısrarını sürdürdü ve devrim, barışçıl yaklaşımı ve milli kimliğini sağlamlaştırdı. Daha sonra halkın önemli kazanımlar elde etmesinin ve yeni bir gerçeklik üretmesinin ardından devrim kritik bir noktaya ulaştı ve itibarını yitiren rejimlemuhalifler arasındaki güçler dengesi nispi olarak değişti.

İşte o an, temel hedef, kazanımları sağlamlaştırmak olacak şekilde stratejide bir değişime gitmek gerekiyordu. İstenen ve gereken şey, sahadaki başarıların meyvesini toplayacak, devrimi başarılı kılıcı faktörlere ve karar almada bağımsızlığa bağlı kalarak çatışmayı yönetecek, böylelikle devrimi sağlamlaştırıp bölgesel ve uluslararası güçlerin maşası olmaya razı gelmeyecek, tarafsız bir liderlik ve siyaset üretmekti.

Ancak burada süreç giderek tırmandı ve hiçbir net program veya alternatif plan olmadan, hedef, rejimi düşürmeye yükseltildi.

Bu gelişigüzel bir dönüşümdü ve devrimi çok ciddi kumpaslara ve tuzaklara düşürdü. Ayrıca devrimi militerleştirmek, ideolojileştirmek, hizipleştirmek, imajını bozmak ve uluslararasılaştırmaksuretiyle, rejimin devrimi başarılı kılacak faktörlerin altını oymasını kolaylaştırdı.

Hiç şüphesiz iktidar hevesi ve sabırsızlığı bazılarını bu yöne itti.Tıpkı Uhud Savaşı`nda okçuların ganimet hevesiyle mevzilerini terk etmesi ve açılan bu boşluk yüzünden zaferin hezimete dönüşmesine yol açtığı gibi... Ancak buna yol açan en önemli faktör, Mısır veya Tunus senaryosunun tekrarlanacağı yanılsamasına düşülmesiydi.

Hatalı bir kıyaslama

Bu kıyaslama siyaseten çok ciddi bir hataydı. Zira dış görünüşteki benzerlikler dışında Suriye`nin durumuyla Tunus ve Mısır`ınki arasında herhangi bir benzerlik neredeyse yok denecek kadar az.

Tunus`ta ve Mısır`da milli bir ordu, canlı bir sivil toplum, artıp azalmasına rağmen Suriye`ye kıyasla hatırı sayılır derecede bir hürriyet ortamı ve bir siyasi pratik ve muhalefet tarihi var.

Suriye küresel ve bölgesel yıkıcı bir savaşın sahasına dönüştü ve Suriyelilerin kararı dışarıya bağımlı hale geldi. Tıpkı diğer Arap devrimleri ve daha öncesinde Filistin meselesi gibi, Suriye devrimi de bölgesel ve uluslararası gündemlerin labirentlerinde kaybolup gitti.

Bu iki ülkedeki rejimlerin, ideolojik veya mezhepçi bir yönü yoktu. Batı eksenine bağlı oldukları ve demokratik bir rejim görüntüsü vermeye çalıştıkları için, insan hakları konusunda baskılara daha açık ve daha cevap verebilir durumdaydılar. Bu da her iki rejimin şiddete eğilimini dizginlemişti.

Tunus ordusu sistemin daha kenarında ve siyasetten uzak bir ordu. 1952`den beri ülkeyi yöneten Mısır ordusu ise kendisinden sonra oğlunu başa geçirmeye hazırlandığından Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek`e karşı olumsuz bir tavır takınmıştı.

Her iki örnekte de ABD`nin hafif bir ittirmesiyle ordu, rejime desteğini kesti ve böylece rejimin başı düşüşe terk edildi. Devletin aygıtları ise korundu ve daha sonra sistemde bir dizi düzeltme ve parlatmayla ayakta tutuldu.

Suriye rejimi ise –imajını ve itibarını umursamadan– muhaliflerini kanlı bir şekilde bastırmış, mezhepçi, totaliter bir rejimdi. İdeolojik bir parti ve mezhepçi bir orduya sırtını dayıyordu. Kendisini destekleyen güvenilir ve güçlü müttefiklere sahip olduğundan bölgede güçlü bir nüfuzu vardı. Yani yerel, bölgesel ve uluslararası arenalarda kök salmış durumdaydı.

Suriyeliler devrimin başında senaryonun Mısır ve Tunus'unkine benzeyeceğini düşündü. Bu yanılgıda her fırsatta "Esed meşruiyetini kaybetti" diyen Barack Obama, Hillary Clinton ve Recep Tayyip Erdoğan'ın ateşli konuşmalarının da payı vardı.

Tunus ve Mısır senaryosunun Suriye`de tekrarlanacağı yanılsaması buharlaşmaya başladığında ise bu defa yerine Libya senaryosunun tekrarlanacağı yanılsaması, yani Esed rejiminin ABD ve NATO müdahalesiyle düşürüleceği senaryosu geçti. Aynı ateşli açıklamalar bu yanılsamayı da besledi.

Burada da yapılan hesaplar tamamen yanlıştı. Libya, bir devlet müessesesi olmayan, Avrupa`ya yakın bir petrol ülkesiydi ve Kaddafi`nin herhangi bir müttefiki yoktu. Onu düşürmek kolaydı. Ayrıca [Libya] sadece rejimin zafiyeti ve ülkenin zenginliği yüzünden değil, aynı zamanda Kaddafi`nin tehlikeli bilgi ve sırlarla dolu bir karakutu olması nedeniyle de cazip bir hedefti.

Buna mukabil Suriye`de yaşananlar, İsrail`in isteyip hayalini kurduğu durumun da ötesine geçti. İstenen, iç savaşın çevrelenip uzadıkça uzamasıydı. Bu yüzden muhalifler silahlandırılıp finanse edilse de savaşın sonucunu belirleyecek türden silahlar verilmedi.

Maalesef ki Suriye`nin temennilere dayalı kararlar yüzünden felakete duçar olması bir ilk değil. Rejim 1982`de Hama şehrini yerle bir etmiş ve binlerce Suriyeli genci katletmişti ki bu gençler yanılsamalarla bir soykırıma sürüklenmişti. Bu felaket, sanki bir tabii afetmişçesine herhangi bir değerlendirme ve muhasebe yapılmadan öylece gelip geçti.

İnsani politikasının çizgisini koruyan Türkiye'nin ikircikli siyasi tavrı ve söylemleriyle eylemlerinin örtüşmemesi Suriye devrimine zarar verdi.

Yine dünyanın her yerinden yabancı savaşçı akışı da (içeri girişlerini kimin kolaylaştırdığı, kimin eğitip finanse ettiği ve niçin bunu yaptığından bağımsız olarak) devrime zarar verdi. Bu, sahadaki durumun karmaşıklaşıp bozulmasına ve devrimin imajının kirletilmesine katkıda bulundu. Sanki savaş, her biri bölgesel ve küresel güçlerce desteklenen istibdat ile terör arasındaymış gibi bir görüntü ortaya çıktı.

Suriye küresel ve bölgesel yıkıcı bir savaşın sahasına dönüştü ve Suriyelilerin kararı dışarıya bağımlı hale geldi. Tıpkı diğer Arap devrimleri ve daha öncesinde Filistin meselesi gibi, Suriye devrimi de bölgesel ve uluslararası gündemlerin labirentlerinde kaybolup gitti.

Artık reform ve değişim savaşının bir sonraki safhasına kafa yormak şart. Bu da hasarları sınırlandırmak için mevcut safhayı ve bu çarpık ve yıkıcı gidişatı durdurmayı gerektiriyor - hem de ne kadar acımasız ve sancılı olursa olsun mümkün olan her tür yolla. Zira bu, aynı yolda devam etmekten daha zorlu ve daha acılı olmayacak.

Bir kez daha büyük bir fırsatı kaçırmak ve fahiş hataları tekrarlamakla karşı karşıyayız. Yakın geçmişte Irak, benzer bir şekilde istibdat, yanlış hesaplar ve dışarıdan alınan medetlerle parçalandı.

Arap halklarının ürettiği bütün devrimler ve fırsatlar, elitlerin iktidar hevesi yüzünden heba olup gitti. Amaca ulaşmak için her yolu mubah gören elitler, etkili dış aktörlerin kucağına atladı. Bu kesim, dışarıdan aldığı destekle bir tankın üstünde veya askeri darbeyle veyahut dışarıdan demokratik görünen kirli bir anlaşmayla yönetime gelmek istedi.

Ancak çöküşün bir faydası varsa o da dikkate almak isteyenler için acımasız dersler içermesi ve – durumu inkâr etme imkânının yok olması ya da teskinliğingeçmesinden sonra – yeni bir başlangıç fırsatı sunmasıdır.

Çıkarılması gereken dersler

İlham verici devrimin bir felakete dönüşmesinden çıkarmamız gereken bazı dersler var.

Birincisi, istibdat ve sömürgecilikle geçen asırların zihinlerde, gönüllerde ve Arap toplumlarında yol açtığı kitlesel yıkımdan sonra nesiller sürecek köklü bir reforma ihtiyaç var. Zira burada önemli olan, ülkeyi doğru raylara oturtmak ve kurtuluş ile kalkınma yolunda ilerlemek.

Öte yandan, yanlış bir gidişat, ne sarf edilen çabaların ve verilen kurbanların çokluğuyla ne de zamanla düzeltilebilir. Tepeden inme, hızlı değişim çabaları ise, maliyeti yüksek,getirisi sınırlı, hatta bazen zararı faydasından daha büyük bir yol olabilir.

Tedrici değişim, halklarını bilinçli veya bilinçsiz rezil edip yarı yolda bırakan başarısız narsist elite alternatif yeni bir elitin oluşumu ve gelişimi için bir fırsat sunar.

İkincisi, reformun yolu tektir; o da bedeli her ne olursa olsun ve ne kadar çok vakit alırsa alsın, halkı istibdada, yolsuzluğa, geri kalmışlığa ve bağımlılığa karşı imkânların fırsat verdiği ölçüde barışçıl bir direnişe katılmaları için bilinçlendirmek ve motive etmektir. Hz.Şuayb'ın (AS)`ın kavmine dediği gibi “Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) ıslah etmek istiyorum” (Hud Suresi-88).

Hedef, vatanı koruyarak toplumsal reform olmalı. Bedel veya yöntem ne olursa olsun rejimi düşürmek olmamalı. Bu yüzden, ne kadar mezalim ve şiddeti teşvik edici şeyler olursa olsun, halk hareketlerini militerleşmeye ve şiddetin çekiciliğine karşı güçlendirmek gerekir.

Üçüncüsü, her ne çeşit olursa olsun dışarıdan yardım isteme ve güç takviyesi fikrinden tamamen uzaklaşmak gerekiyor. Yani askeri müdahalelerden, silah ve para desteği almaktan uzak durulmalı, milli kararın bağımsızlığı korunmalı.

Bunun tek istisnası, baskı oluşturmak için adaletli davaların uluslararası arenalarda tanıtılması ve kamuoyu oluşturulması olmalı.

Bağımlılık, hastalığın temel sebebi ve kötülüklerin anası. Bunun için bağımlılığın gölgesinde ne demokrasiye ulaşılır ne de kalkınma sağlanır. Bağımlılığı yücelterek işe başlayan reformların veya devrimci projelerin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu bağlamda,Muaviye`nin Hz. Ali`ye karşı kendisine yardım teklif eden Rum Kayseri`ne kat`i bir dille ret cevabı verdiği meşhur mektubu okumanızı tavsiye ederim.

Dördüncüsü, Arap Baharı dalgalarındaki terslikler, bizim neredeyse hâlâ işgal altında olduğumuzu gösteriyor.

Bu yüzden partileşme, seçimler, iktidar mücadelesi gibi konulardan bahsetmek için henüz çok erken. Zira bu, bağımlılığı daha da pekiştirir ve böylece kendimizi kısır döngü içinde buluruz. Bu yüzden ülkeyi işgal ve bağımlılıktan kurtarana kadar bu tür tartışmaları ertelemeliyiz.

Bu yüzden milli bir harekete, milli bir kurtuluş ve kalkınma projesi etrafında halkı yerli bir sancak altında toplayan barışçıl bir halk devrimine ihtiyacımız var. Halkların kahir ekseriyetinin ideolojik ve partizan olmaması buna yardımcı olacak.

Suriye`de bu reformcu devrimsel dalganın başarı fırsatlarını kaçırdığına hiç şüphe yok. Birbiriyle çatışan bölgesel ve uluslararası tarafların hiçbiri (kendilerine göre sebep, yol ve yöntemlerle) bu devrimin başarılı olmasını istemedi; isteyenler de ya ciddi değildi ya da başarılı olamadı.

Suriye çıkmaz bir karanlık tünelde ilerliyor. Suriyeliler hem kendi elleriyle hem de devrimin başarısını önlemek üzere bölgesel ve küresel gündemleri uygulayan başkaları vasıtasıyla Suriye`yi yerle bir ediyorlar. Terör örgütleri ve Suriye`nin düşmanları dışında hiç kimse bu gidişata razı değil.

Bundan sonra ne yapılmalı?

Suriye kördüğümü kolay çıkışlara ve arzu edilen çözümlere dirençli olsa da bazı temel hususlar, ehvenişer seçeneklere ulaşmamıza yardımcı olabilir.

Birincisi, hayatın her alanında, yanlış yolda ilerlediğini fark edenin gidişatı düzeltmek için durması hikmet gereğidir. Yolunu karıştıran şoför böyle yapar; keza kaybını sınırlayıp sermayesini kurtarmak ve başka yatırım fırsatlarını değerlendirmek için zarar eden işini kapatan tüccar da.

Resulullah (SAV), Mute Savaşı`nda kendisini orantısız bir savaşın içinde bulduğundan, dönemin süper gücüDoğu Roma İmparatorluğu`yla ilk karşılaşmasında kısmi bir başarının hemen akabinde ordusunu geri çeken Halid bin Velid`i tebrik etmişti.

İkincisi, hayatın her alanında –ama bilhassa siyasette – inat öldürücüdür; alternatifleri keyfi olarak dışlayıp gereksiz yere tek bir seçenekle sınırlandırmak ve geri dönüşü olmayan bir yola girmek de öyle. Busaydığım hastalıklar uzunca bir süredir Arap siyasetini perişan etmekte. Siyasette etkinlik, manevra ve müzakere kabiliyetini güçlendirmek için bütün alternatifleri açık tutmayı gerektirir.

Bütün bunlar bizi tek bir yöne sevk ediyor: Artık reform ve değişim savaşının bir sonraki safhasına kafa yormak şart. Bu da hasarları sınırlandırmak için mevcut safhayı ve bu çarpık ve yıkıcı gidişatı durdurmayı gerektiriyor - hem de ne kadar acımasız ve sancılı olursa olsun mümkün olan her tür yolla. Zira bu, aynı yolda devam etmekten daha zorlu ve daha acılı olmayacak.

Sonuçta siyaset, bir yarış arenasındır. Bir gün galip, öbür gün mağlup olunur. Gidişatı düzeltmek için akan kanı durdurmak hayırlı bir iştir. Hayırların en iyisi ise acilen gelenleri...

Al Jazeera - Süheyl Gannuşi / Tunuslu akademisyen ve yazar. ABD'nin Madison şehrindeki Wisconsin Üniversitesi'nde doktorasını tamamladı. Wisconsin Üniversitesi İslam Merkezi ve Müslüman Öğrenciler Birliği Başkanlığı görevini yürüttü. Tunus'ta siyasi reform ve insan haklarının korunmasına yönelik çeşitli kampanyalara katıldı.