“Pınar Yayınları” tarafından okuyuculara aktarılmış olan bu değerli kitap; gerçekten tarihe ve yaşadığımız döneme not düşülmesi gereken birçok olayı bizlere aktarması, yaşananları objektif ve net bir şekilde değerlendirmesi nedeniyle oldukça önemli bir eser olarak nitelendirilebilir. İzlenimler, her ne kadar Türkiye dışında yaşanmış, gerçekleşmiş olsa da adeta geçmişten günümüze ülkemizde yaşanan olayların, sorunların, izdüşümlerin, hatıraların tarihsel ve sosyolojik kaynaklı derin bir analizi ve anatomisi bu eserde yansıtılıyor gibi geliyor, insana…
 
Paul Harrison, serbest gazetecilik yapmış, gelişmekte olan 28 ülkeyi, özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı defalarca ziyaret etmiştir. Nijerya’da öğretim üyeliği yaptığı yıllarda III. Dünya Ülkelerinin sorunlarıyla yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır. Bu tanımlama, sınıflama veya terminoloji kendi kitabında geçtiği için aynen ifade etmekteyim. Bu bağlamda, konuyla ilgili herhangi bir mütalaa, yorum veya ilave yapmamakta fayda görüyorum.
 
Bu kitapta genel olarak; tarihsel, diyalektik ve metodolojik 2 tabloyla karşılaşmaktayız: Birincisi; ekonomik ve teknolojik açıdan son derece gelişmiş zalim/mağrur Batı medeniyeti, vahşeti, barbarlığı, çağdaşlığı(çağdışılığı); ikincisi ise, tam tersine ekonomik/teknolojik azgelişmişliğin pençesinde kıvranan, kıvratılan, ezilen, horlanan ve sürekli bir şekilde dışlanan mazlum/mağdur Doğu medeniyeti arasındaki mücadelenin kronik seyrine tanık olmaktayız.
 
3. Dünya uluslarındaki problemler, genel olarak; işsizlik, açlık, yolsuzluk, yoksulluk, sağlıksızlık, sefalet, eğitimsizlik, ezilmişlik, sömürülmüşlük, rüşvetin kol gezmesi, ekonomik ve toplumsal eşitsizlik, siyasi imtiyazlar, insan hakları ihlalleri v.b. bu kitabın temel başlıkları arasında yer almaktadır. Kitaptan bazı bölümleri aynen aktarmakta fayda görüyorum:
 
"3. Dünya ülkelerinden kitle iletişim araçlarında ancak doğal afetler, ayaklanmalar, darbeler ve yolsuzluklar vesilesiyle söz edilmektedir. Bunun dışında meseleye derinlemesine bir bakışa neredeyse hiç rastlanılmamaktadır. Bu kitapta, ön planda gözlenen bu karmaşık olayların gerisindeki sebeplere, fakirlerle zenginler arasında giderek derinleşip genişleyen uçuruma, yolsuzluk ve eşitsizlik temalarına okuyucunun dikkati çekilmeye çalışılacaktır.” (Sayfa:17)
 
Günümüzde fakirlerle zenginler arasındaki uçurum giderek büyümektedir. Bu problemin çözümü için hiçbir adım atılmamaktadır. İnsanlar bitkin, ruhsuz ve duyarsız bir halde yaşananları aptalca, ahmakça seyretmektedir. Dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri adaletsiz bir şekilde paylaşılmaktadır. Tam bir soygun ve yağma düzeni hâkimdir. Hemen herkes, kendi gemisini kurtarma niyetinde ve amacındadır. İnsani değerler, dinimizin temel kuralları, ahlaki prensipler en küçük bir utanç duymaksızın pervasızca ayaklar altına alınabilmektedir.
 
Batılı ülkeler, İslam inancını, anlayışını ve yaşam biçimini yok edebilmek uğruna her türlü davranışı, çabayı ve çalışmayı sergilemektedir. Doğal ve yapay afetler, sürekli bir şekilde kara bulut gibi üzerimizde dolaşmaktadır. Kimse yaşananlardan ders çıkarmamakta, sorumluluğu üzerine almamaktadır. Dünya nimetleri bir avuç mutlu azınlığın ellerinde talan edilmektedir. İslam ülkeleri olarak nitelendirilen veya iddia edilen devletlerin kendi aralarındaki basit ihtilaflar, anlaşmazlıklar ve çatışmalar yaşanan olumsuzlukları daha da katmerleştirmekte, kalıcı hale getirmektedir.
 
Avrupalıların İslam dünyasından ekonomik ve teknolojik yönden ileri olmasının temelinde elbette birçok neden yatmaktadır. Bunları detaylı olarak açıklamak imkânsızdır, lakin kısa bir özetle gözden geçirebiliriz: Batılı ülkeler, haçlı seferleri ve coğrafi keşifler sebebiyle İslam dünyası ya da doğu medeniyetinden önemli ölçüde etkilenmişler, geri kalmışlık, yoksulluk ve sefaletten kurtulmak için her türlü çabayı göstermişlerdir. Bunun yanı sıra köle ticareti, sömürgecilik, vahşi kapitalizm ruhu, sınırsız ve sorumsuz kazanç anlayışı da batının zenginleşmesinde kamçılayıcı rol oynamıştır. Maddi kazanç için her şey mübah görülmüş, bilhassa sanayi devrimi sonrasında tam bir toplumsal dram yaşanmış, kapitalizm insanları adeta iliğine kadar sömürmüştür. Müslüman ülkeler ise; maalesef tembelliğin, duyarsızlığın ve basiretsizliğin pençesinden kendilerini kurtaramamıştır.
 
Paul Harrison, kitabının diğer bir bölümünde, Batılıların ekonomik/teknolojik açıdan gelişmesi ve ilerlemesiyle ilgili şu görüşlere yer vermektedir: “Avrupa’yı üstün kılıp, 3. Dünya insanlarını Batı’nın önünde diz çökmeye mahkûm eden bir tek sebep vardır: Avrupa, madde bilimlerinde emsallerinden çok ilerdedir. Bu sayede savaş teknolojisinde, denizcilikte üstünlük sağlamıştır. Bu üstünlük ise, askeri fetihlerin yolunu kendilerine açmıştır.
 
Endüstriyel kapitalizm ile birlikte insanlara ve tabiata karşı mütecaviz, saygısız bir tutum geliştirmeyi başarabilmişlerdir. Batılı olmayan ülkeleri, Avrupa’nın gösterdiği gelişmeyi gösterememiş olmakla suçlamak doğru değildir. Teknoloji sahasında ilk çıkışı yapan Avrupa, 3. Dünya ülkelerini kendisine bağlı, sömürüye açık ve sonuç itibarıyla geri kalmaya mahkûm kılmıştır. Bu sebepledir ki; geri kalmış ülkelerin geri kalmışlığı açıklanmaya muhtaçtır.” (Sayfa: 21)
Kanaatimce; geri kalmışlığın temel nedenlerinden birisi de, zihniyet problemi ya da zihinsel sapmadır. Ekonomik yönden az gelişmiş ülkelerin birçoğu, henüz zihinsel, düşünsel yahut ideolojik bağımsızlıklarına ulaşabilmiş, aşağılık kompleksinden kendilerini kurtarabilmiş değillerdir. Bu durumdan belirli bir ölçüde kurtulanlar yahut vahşi kapitalizme direnenler ise; sürekli bir şekilde tehdit edilmekte, baskı altına alınmakta, kaynakları talan edilmekte, çaresiz ve çözümsüz bırakılmaya çalışılmaktadır.
 
Demokrasi, özgürlük, insan hakları sadece birer bahanedir. Asıl amaç; petroldür, sömürüdür, insan haklarına tecavüzdür, insanları çağdaş bir köle/uşak haline getirmektir. Küresel sermayeyi oluşturmak, dünya üzerindeki hâkimiyeti ve zenginliği korumak, dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olmak ise temel hedeftir. Örneğin; İran’ın kendi teknolojik imkânlarını kullanmasına, endüstriyel açıdan ilerlemesine asla izin verilmemektedir. Çünkü güçlü ve zengin bir İran; Batılılar için bir tehdittir, müstakbel bir düşmandır ve başı ezilmesi gereken kötü bir canavardır.
 
Filistin, yine benzer bir örnektir. Sözde insan haklarını, ekonomik ve toplumsal eşitliği savunanlar Filistin’i adeta bir abluka altına almaya, tehdit ve baskılarla HAMAS’ı etkisiz bırakmaya, susturmaya ve yok etmeye çalışmaktadır. İslam dünyası ise, olup bitenlere karşı tarihi sessizliğini korumakta, ABD ve İsrail’e karşı tam bir teslimiyet politikası izlenmektedir. Türkiye, en azından bu olaylara karşı sessiz kalmamalı, aktif olmalı, bu konuda dünya kamuoyunu harekete geçirmeli, yönlendirmeye çalışmalı yoğun bir diplomasi atağı başlatmalıdır.
 
Halen sıcak çatışmaların yaşandığı ve her gün kardeşlerimizin kanının döküldüğü, ölümlerin kol gezdiği, tecavüz ve yaralanmaların giderek artığı, vahşetin doruğa ulaştığı komşu ülkemiz Suriye’deki savaşın acilen sona erdirilmesi, Beşar Esed’in derhal iktidardan uzaklaştırılması ve halkın beklentilerine uygun bir yönetim modeli oluşturulması gerekir.
 
Harrison, kitabının başka bir bölümünde ise, Batıdaki işgalciliğin, istilacılığın ve yağmacılığın gerçek yüzünü gözler önüne sergilemektedir: “İspanyol kralları ve kraliçeleri, Amerika’nın işgalini yetkili adamları vasıtasıyla gerçekleştirirken, amaçları büyük bir ihtimalle, Hristiyanlığı yaymak ve kendi nüfuz alanlarını genişletmekti. Ne var ki, işgali gerçekleştirenler düzenli ordular değildi. Bu kimseler, bir asker olmaktan çok birer aç gözlü tüccar gibi hareket etmekteydiler. Hükümdarlarıyla yaptıkları kontratlarda bir tüccar gibi davranıyor, faaliyetleri sonucunda oluşacak kardan kendi paylarına düşeceklerin pazarlığını açıkça yapıyorlardı. Bu tutumları ile Hollandalı ve İngiliz tacirlere benziyorlardı. Ne var ki kazançlarını ticari yollardan değil ama şiddetle, kan dökerek, dehşet salarak gerçekleştiriyorlardı.” (Sayfa: 33)
 
Batılıların temel amacı; yukarıda da belirtildiği gibi Hristiyanlığı yaymak ve bu sayede dünya üzerindeki tahakkümlerini sürdürmektir. Din, sadece maddi çıkar amacıyla baskı aracı olarak kullanılmakta ve dolayısıyla kötü emellerine alet edilmektedir. Kendi dinlerinden başka diğer dinlere karşı en küçük sevgileri, saygıları ya da hoşgörüleri yoktur. Bilhassa İslam Dini her türlü baskıyı, saygısızlığı, özgürlükleri kısıtlamayı, haksız yere adam öldürmeyi, başkalarının hakkına tecavüz etmeyi, işkence yapmayı, kötü muamelede bulunmayı katiyen yasaklamıştır.
 
Ekonomik açıdan az gelişmiş/geri bırakılmış ülkelerin temel açmazlarından olan açlık, fakirlik ve eşitsizlik artarak devam etmektedir. Bu ülkeleri yönetenlerin büyük bir çoğunluğu, tamamen dışa bağımlıdır. Kendi toplumunun sorunlarıyla ilgilenmemekte, halkını devlet yönetiminde söz sahibi etmemektedir. Halkının kasıtlı olarak eğitimsiz ve bilgisiz olmasına zemin hazırlamakta, bu ülkelerde en küçük ihtilaf bile bazen en ağır cezayla karşılık bulmaktadır. Talimatları dışarıdan alan bu yöneticiler, en küçük bir halk hareketinde ya da olumsuz bir durumda ansızın arkasına bile bakmadan yurtdışını boylamaktadır. Vatanseverlik, millet aşkı, devlet sevgisi, hamasi nutuklar atmak, aysbergin üst yüzü yani görünen tarafıdır.  Cebi doldurmak, keyif çatmak, sermayeyi çoğaltmak, milleti kandırmak, birilerine uşaklık yapmak ise aysbergin alt yüzü ya da madalyonun başka bir cihetidir.
 
Avrupa ülkeleri ve ABD’nin elbette gerçek niyeti; elbette az gelişmiş ülkeleri batılılaştırmak, çağdaşlaştırmak, zenginleştirmek, modernleştirmek, demokrasi getirmek, refah düzeyini yükseltmek, fakirlikten kurtarmak değildir. Geçek niyet; batılılaşmayı, modernizmi, ekonomik gelişmişliği bahane ederek bu ülkeleri dünyanın gözü önünde küçük düşürmek, kaynaklarını sömürmek, insanları aç, yoksul, sefil ve eğitimsiz bırakmak, kültürel emperyalizmi yaygın hale getirmek ve kısaca; kendi güdümünde, istediği zaman kullanabileceği “uydu devletler” yahut “devletçikler” oluşturmaktır.
 
Harrison, ekonomik geri kalmışlığın bazı sebeplerini, birtakım arka planlarını, insanların psikolojik travmalarını bizlere açıklamaktadır: “3. Dünya ülkelerinin çoğunda olmasa bile önemli bir kısmında fukaralık ve eşitsizlik giderek artmaktadır. Statik, uzun yıllardır aynı derecede devam ede gelen fukaralığa insanlar pek tepki göstermemektedir. Artan fukaralık ve eşitsizlik ise, tarihin her döneminde problemlere, huzursuzluklara yol açmıştır. 3. Dünya insanı, bugün düne kıyasla daha fazla şey beklemekte, daha fazla şey istemekte, bu durum da bu insanları ihtilallere karşı mütemayil kılmaktadır. 3. Dünya, mevcut imkânlarla gerçekleştirilmesi imkânsız beklentilerin gerçekleşeceği günün bir an önce gelmesini beklemektedir. Bugünün belki hiç gelmeyeceği endişesi, insanları tedirgin etmektedir.” (Sayfa: 298)
 
İçimizden birisi bu araştırmaları, analizleri, sentezleri ya da mevcut tespitleri yapacak olsaydı, Harrison kadar başarılı olması, sosyolojik ve tarihsel saptamalarda bulunması pek de mümkün değildi. Daha önce de belirttiğim gibi; olaylara koymuş olduğu teşhisler gerçekten yerinde, somut, tarafsız, insaflı, vicdanlı ve aynı ölçüde inandırıcı niteliktedir. Aslında ifade etmiş olduğu noktalar, hepimizin asla yadsıyamacağı, göz ardı edemeyeceği hakikatlerden başka bir şey değildir. Sanki içimizden birisi gibidir. Batı medeniyetinin çirkin yüzünü gözler önüne sergilemektedir. Bir yandan Doğu toplumlarının uyanık ve sorumluluklarının bilincinde/idrakinde olması gerektiğini ifade ederken; diğer yandan Büyük Şair Mehmet Akif Ersoy’un “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” tümcesini adeta özetler gibi tüm insanlığın dikkatini vahşi batıya veya barbar kapitalizme yöneltmiştir.
 
Harrison, kitabın başka bir bölümünde yine içinde bulunduğumuz benzer sıkıntıları ve açmazları dile getirmektedir: “Topluma hâkim kesimler reformların önüne taş koymaktadır. Sokaktaki insan, sloganlarla realite arasındaki farkı görüp umutsuzluğa kapılmaktadır. Birbirini takip eden askeri ve sivil rejimlerin sözleri, yoksulların hafızasına bir teybe kaydedilircesine kaydedilmektedir. Umutların gerçek olacağı günün gelişinin gecikmesi, başka tatsız şeylerin gerçekleşeceği günün gelişini hızlandırmaktadır. Kentler, birer barut fıçısı gibidir. Psikolojik çöküntü içinde bulunan, eşitsizliklerden dertli, midesi açlıktan kazınan insan, olası bir kargaşa için büyük bir potansiyel oluşturmaktadır. Yeterince beslenemeyen insanların kanında görülen şeker eksikliğinin bu insanları daha kavgacı yaptığı, patlamaya daha hazır hale getirdiği tıbben bilinen bir gerçektir. Bu insanlar sık sık patlamaktadır. Sonuç ya bir devrim, ya bir gösteri ama çoğu kez kanunsuz bir eylem olarak karşımıza çıkmaktadır.” (Sayfa: 299)
 
Bu vahim noktada; konuşmaktan çok icraat yapmak, eyleme geçmek, çareler ve çözümler üretmek, kardeşlik bilincini yaygınlaştırmak, başkalarını suçlamaktan vazgeçmek, insanlık adına neler yapabileceğimizin muhakemesini yeniden gözden geçirmek zorundayız. Geçmişte yapmış olduğumuz hatalardan, işlemiş olduğumuz yanlışlardan ders alarak geleceğe daha azim, güven ve umutla yönelmeli, taze bir sayfa açmalıyız.
 
Sonuç itibarıyla, bu eser; tüm dünyanın barış, huzur, güven, düzen, ortak mutabakat, mutluluk ve esenlik içinde yaşayabilmesi için çok önemli teşhisleri, tahlilleri ve reçeteleri bizlere gayet net bir şekilde sunmaktadır. Sorunlar, hepimizin ekmek-su, ölüm-kalım gibi temel meselesi olmalıdır. Başımızı kuma gömerek, sayısız, sorumsuz ve sınırsız fetvalar üreterek mesuliyetten kendimizi soyutlamamız mümkün değildir…
 
Cemil Arslan / Sosyolog / doğruhaber