Ahmet Yılmaz / Analiz
Milliyetçiliğin etkisinde kalan kimi Türkler, Osmanlı’yı Türk milliyetçiliği yapmadığı için eleştirir. Şair Cegerxwin gibi kimi ulusal solcu Kürtler de Selahaddin-i Eyyûbi’yi Kürt milliyetçiliği yapmadığı için kınıyor; hatta ona hakaret ediyor. Yine son dönemde kimi Emevici Arap yazarlar da Abbasileri Araplık duyarlılıklarının zayıf olmasıyla eleştirir.

Halbuki İslam, milliyetçiliğe karşı öylesine sert bir tavır takınmış ve o yola girmeyi deneyen kimi Emeviler öylesine ağır bir nefrete konu olmuş ki hiçbir İslam topluluğu veya hükümdarı milliyetçiliğe meyletmemiş, milliyetçiliği gündeme getirmemiş. Milliyetçiliğe karşı oluşan yüksek İslamî şuur, buna hiçbir şekilde müsaade etmemiş.

Batılıların güdümündeki, hatta Hekimoğlu İsmail’e göre Batı eyaletleri konumundaki ulus devlet çağına kadar da İslam dünyasında kimse sınır geçişlerini Müslümanlara kapatmamış, Müslüman alimlerin ve hatta tüccarların İslam dünyasının her karışında serbestçe dolaşmalarına engel olmamış. Müslümanlar tarih boyunca hanedan memleketi diye sınırları belli devletler tanımışlarsa da yurt olarak Darü’l İslam’ı, yani Şeriat-ı Mahummed’in hakim olduğu bütün toprakları yurt diye bilmişler. Bu bilinç, Batıl araştırmacıların dikkatinden kaçmamış, onları hayret içinde bırakmıştır. Çünkü Batı’da yüzyıllar boyunca bir ülkeden diğerine geçiş, özellikle farklı mezhepler söz konusu olduğunda imkânsızdı.

Bunun için Batı’nın mezhepçi ve ırkçı penceresinden İslam tarihine bakanlar; meseleleri de kişileri de anlamıyor, anlayamıyor. Batı’nın bugün İslam dünyasında hâlâ inşasını südürdüğü milliyetçi – mezhepçi yapılanmayı doğru değerlendiremiyor.

İslam’ın milliyetçiliğe karşı duruşu, aile bağları, akrabalara iyilik, kabile ve kavimleri tanıma ile ilgili hükümleriyle milliyetçiliğe karşı doğrudan hükümlerinden anlaşılıyor.


A. İslam’ın Milliyetçiliğe karşı dolaylı hükümlerinden
 
Bu hükümler, doğrudan milliyetçilikle ilgili değilse de özü itibarıyla milliyetçiliği ilgilendirir:
İslam, anne – babaya iyiliği emreder ancak onların Allah’a isyana çağıran isteklerine boyun eğmeyi yasaklar:
“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. “Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır. Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onlara iyilikle (ma’ruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman / 14-15)

Yüce Allah, bu ayet-i kerimelerde anne-babaya iyiliği tavsiye ediyor. Ancak söz konusu cepheleşme olunca onlara değil, “Bana yönelenlerin yoluna uy” buyuruyor. Dolayısıyla kişinin “taraf” tercihini söz konusu Allah’ın hükümleri olduğunda “ailesinin tercihini” kriter yaparak belirlemesini yasaklıyor. Başka ayetlerle de desteklenen bu emir, milliyetçiliği daha ilk noktada hedef alıyor.
 
Yüce Allah, iyi olanın çocuklarının da mutlaka iyi olacağı, kendisine nimet verilenin soyuna da nimet verileceği düşüncenin doğru olmadığını ifade ediyor:

Bununla birlikte yüce Allah (cc), hem biyolojik kardeşliği “kardeşlik” olarak belirtiyor hem de bu kardeşliğin tek başına bir taraf gerekçesi olmasına müsaade etmiyor.

“Kardeşleri Salih onlara: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız” dedi. (Şuara / 142)
Ayet-i Kerimede “kardeşleri” olarak tarif edilenler, Hz. Salih (as)’in müşrik kavmidir. Aynı sure’de Hz. Lut (as) ve Hz. Hud (as)’un da kavimleri ile ilişkisi “kardeşlik” ile tarif ediliyor. Ama o peygamberler, o biyolojik kardeşleriyle aynı cephede yer almıyor.
 
Yüce Allah, akrabaya iyiliği emrediyor ancak akrabalık bağının kişiyi İslam’a karşı olan cephede yer alanlarla mücadele etmekten alıkoymasına izin vermiyor.

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi, kötülük ve fuhşiyattan ve azgınlıktan alıkoymayı emreder. Belki tutarsınız diye size öğüt verir.” (Nahl: 90)

“Allah’a ve ahiret gününe imanını sürdüren hiçbir topluluğun babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile Allah’a ve peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, katından bir ruh ile içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere koyar. Allah, onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuştur. İşte bunlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki felaha erenler, Allah’tan yana olanlardır. (Mücadele / 22)
Bu son ayet-i kerime konuyu kapsamlı olarak açıklıyor. Ama Hz. Nuh (as) ve Hz. İbrahim (as) kıssalarını da hatırlamakta yarar var:

“Nuh, Rabbine seslendi ve şöyle dedi: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum, ailemdendir, Sen’in vaadin elbette haktır. Sen, hakimlerin en güzel hükmedenisin.’ Allah ‘Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o salih olmayan bir amel işlemiştir. Bundan dolayı bilmediğin bir şeyi Ben’den isteme! Ben, sana cahillerden olmamanı öğütlerim’ dedi.” (Hud suresi / 45-46)
“Şunu da unutmayın: Bir zamanlar İbrahim’i Rabbi bazı kalimeler ile imtihan etti. O, onları tam olarak yerine getirince ‘Ben, seni bütün insanlara önder kılacağım’ dedi. (İbrahim) ‘Ya Rabbi! Soyumdanda (önderler meydana getir)’ dedi. (Allah) ‘Benim ahdime zalimler ulaşmaz!’ buyurdu.”
(Bakara / 124)

Her iki kıssa, hak sahibi olmakta, üstünlükte, önder olmakta “takva” değil, soy bağının esas alınmasını reddediyor; milliyetçiliğe karşı muvahhid tutumun ilkelerini dolaylı da olsa ifade ediyor.
 
İslam, kavim bağını tanıyor ancak üstünlüğü takvada görüyor; bir kavme ait olmanın üstünlük gerekçesi yapılmasını reddediyor. Bu hüküm Hucurat Suresi’nde açıkça beyan ediliyor.

“Ey insanlar! Muhakkak ki biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi kavim kavim, kabile kabile yaptık ki tanışıp kaynaşasınız. Allah katında en şerefliniz O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurat / 13)

Netice olarak, İslam bir anne-babaya ait olmayı, kardeşlere, akrabalara sahip olmayı sosyalist ve materyalistler gibi sadece “biyolojik” bir vaka olarak görmüyor. Kişiye bu yönde bir sosyal sorumluluk, bir insani vazife yüklüyor. Bu biyolojik yakınların sıradan kişiler olmaları iman cephesinden olmasalar bile ona yakın olmaları veya ona karşı nötr (tarafsız) olmaları durumunda onlara iyilikte bulunmayı onlara karşı insanî vazifeyi yerine getirmeyi emrediyor.

Buna karşılık söz konusu biyolojik yakınların iman cephesine karşı mücadele etmeleri durumunda onlarla mücadele etmeyi, gerektiğinde onlara karşı savaşmayı mü’min olmanın bir gereği kabul ediyor. Bu, tevhidi bir yaklaşımdır; iman odaklı bir ilişkidir ve iman odaklı bir karşı duruştur. Aksi bir tutum, mü’mini sürü peşinde giden bir nesneye dönüştürür ki bu, imanın özüne de İslam’ın insanın irade sahibi olduğu ve bu iradesini hiçbir duygu karşısında tatil edemeyeceği anlayışına da aykırıdır.
 
B. İslam’ın Milliyetçiliğe karşı doğrudan hükümlerinden
 
Milliyetçiliği herhangi bir ad altında doğrudan ifade ederek nehyeden ya da ona yol açan ilişkileri açık bir ifadeyle nehyeden hükümlerdir:
 
“Ey iman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi eğer küfrü imana tercih etmişlerse dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerin ta kendisidir.” (Tevbe / 23)

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “... Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın. Atalarla övünenler cehennem kömürlerinden bir kömürdürler. Onların bu hali, Allah nazarında, burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür.” (Ebu Davud, Edeb – 112)

İmam Cafer-i Sadık’tan rivayet edilen bir hadis de şöyledir: “Kimin kalbinde bir hardal tanesi kadar olsun asabiyet (ırkçılık) varsa, Allah onu kıyamet günü cahiliye Araplarıyla haşredecektir.”

Cündeb b. Abdullah’tan nakledilen bir hadiste Resulullah şöyle buyurmaktadır: “Kim ummiye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete çağırırken veya bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü, cahiliye ölümü üzerindedir.” (Müslim, İmaret / 57)
 
Hadisler, birbirini destekliyor: “İnsanları bir asabiyet (ırkçılık) için toplanmaya çağıran, bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir.” (Ebu Davud)

İmam-ı Malik Hazretlerinin “Muvatta” adlı eserinde aktardığına göre, Kays b. Muata adında bir Arap, Medine’de Müslümanları birlikte görünce “Evs ile Hazrec, Resulullah’a hizmet eden Araplardır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum’dan gelme Suheyb, şu da Farslı Selman! Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyar da Arap olmayan bu yabancılar, Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul edilebiliyorlar?” der.

Bunun üzerine Muaz b. Cebel (ra) oturduğu yerden kalkıp adamın yakasına yapışarak “Seni Resulullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin doğruluğunu ona soracağım. Ondan sonra seninle hesaplaşırız...” der. Adamı Resulullah’ın mescidine götürür ve “Ya Resulullah, bu adam için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş, Arap olmayan kardeşlerimizle tatlı tatlı sohbet ediyorduk, gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların Arap olmayanlardan üstün olduğunu ileri sürdü, İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan’dan gelen Bilal’i aşağı ırktan kabul ederek Araplarla sohbete layık olmadıklarını, aramızdan uzaklaştırmamız gerektiğini iddia etti.”


Bu olayı dinleyen Resulullah’ın yüzünde seyrek görülen öfkelenme işaretleri görüldü. Hemen minbere geçerek oradakilere şöyle hitap etti: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir. Babanız, ananız da birdir. Araplık ne ananızda vardır ne de babanızda. O sadece sonradan meydana gelen dil farkından ibarettir. Arabın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Bunu herkes böyle bilmelidir.”


Bu hadiste geçenler Veda Hutbesi ile de uyumludur:

“... Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah katında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza emir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz...”

Ne büyük bir dindir İslam ve Sen, ne büyük bir Peygambersin Ey Muhammed (sav)!

Bir kişinin suçundan bir kabilenin hepsi bir yana o kişinin aynı dili konuştuğu halk suçlanabilirken sana Allah katından gelen dinde ne oğul babanın suçundan sorumlu ve ne de baba oğlunun suçundan... Bu ne büyük adalet Ey Nebi!
Irkçılar, koca bir tarihin günahlarını, eksilerini günün insanının sırtına yükleyip onu görmediği, bilmediği, duymadığı çağların suçuna ortak edip katlederken Sen’in dinin kişinin ortağı olmadığı hiçbir suçu ona yüklemiyor.

Aslında Resulullah’ın döneminde ırkçılık, faiz ve kadın hakları ihlâli gibi yaygın değildi; daha çok bireysel bir eğilimdi. Resulullah’ın Veda Hutbesi’nde ırkçılık konusunuda işlemesi başlı başına bir ispatıdır. O gün olmayan milliyetçilik, bugün dünyanın dört bir yanına yayılmış; o gün belki sıradan bir insanın bu konuya değinmeye ne gerek diyeceği bir husus bugün dünya ideolojisi haline gelmiş.

İslam, ırkçılık sorununu kesin olarak çözmüş, bugünün Amerika’sı bir zenciyi devlet başkanı yapabilmekle övünüyor; Avrupa’da bugüne kadar bir tek yabancı devlet başkanı veya kral olamamış. Oysa İslam tarihinde azatlı köle vezirler dönemi bir yana; azatlı kölelerin hükümdar olduğu devletler yüzyıllarca hüküm sürmüş. (Örneğin Mısır Fatimelerinin pek çok veziri Sudanlı azatlı kölelerdir; Eyyûbilerden sonra kurulan Memluklar Devleti de azatlı köleler devletidir. Bu devlet, yüzyıllarca ayakta durmuş.)

Irkçılıktan şikayet edenler İslam’ın sadece bu yanını bile araştırsalar ne büyük bir dinle yüzyüze olduklarını göreceklerdir.
Emeviler, sıla-i rahim (akrabaya iyilik) ilkesini suistimal ederek önce bir kabile anlayışı sonra Arap-Mevali (Arap olmayan) ayrımı üzerinden bir Arap kavmiyetçiliği inşa etmeye çalıştılarsa da bu hem kendi içlerinde (Ömer b. Abdülaziz gibi salih kişiler tarafından) tam destek bulmadı hem de onların imhasıyla neticelendi. Nitekim onlardan arta kalan Endülüs Emevileri, milliyetçiliğin zerresine bulaşmadılar; hatta Müslümanların şikayet edeceği kadar devleti dışarıya açtılar.
Öyleyse bugünkü İslam dünyasında görünen milliyetçi gruplar nasıl oluştu? Haftaya inşaallah.