DOĞRUHABER / Orhan ÖZSOY

İhsan Süreyya Sırma`nın Beyan Yayınlarından çıkmış “Nasıl Sömürüldük” kitabı, 1993 yılında raflarda yerini almış.

Üstad bu kitabında insanlık tarihi kadar eski olan bir gerçekliği okuyucusu ile paylaşıyor. Sömürgeciliğin tarih boyunca hangi şekillerde, hangi renk ve yöntemlerle var olduğu, insanları köleleştiren sistemler ve kişilerin karakteristik özellikleri tarihsel bir eleştiriye tabi tutularak anlatılıyor.

Sömürgeciliğin ilk basamağında Kabil oturmaktadır. Kabil hakkı olmayanı talep etmiş, hakkından fazlasına göz dikmiş ve yeryüzünde ilk kan döken insan, ilk sömürgeci olmuştur.

İnsanlık, tarihi boyunca hakettiğinden fazlasını talep edenlerin kurbanı olmuştur. Başkalarının zenginliklerine, sahip olduklarına göz dikenler onları sömürüp gasp etmenin yollarını aramış, bu noktada kafaları “Nasıl sömürebilirim?” sorusu ile çalışmaya başlamıştır. Üstad kitabında şöyle ifade ediyor:

“İnsanlar Allah`ı unutunca, kendi hevalarına dalıyor, daha lüks yaşama uğruna binlerce, yüzbinlerce insanı feda edebiliyorlar. Ve gördüğümüz gibi sömürünün tek sebebi, bir takım insanların kendi haklarına razı olmayıp başkalarının haklarına el koymalarıdır. Bugün dünyada yüzbinlerce insan açlıktan ölüyorsa, bunun nedeni haklarına razı olmayan batı dünyasıdır.”

Sömürgecilğin tarihi olarak okuyabileciğimiz kitapta iki tip sömürgeciden bahsediliyor; Nemrut ve Firavun… Antik sömürü dönemi başlığıyla karşımıza çıkan bu iki tip, insanları kul hâline getirecek kadar ileri gitmişler. Bunlar yeryüzünde büyüklenmiş, kendilerine uluhiyet atfetmişler. Kurguladıkları bu düzen sayesinde insanları hem madden hem de manen köleleştirmiş ve sömürmüşlerdir.

İşte Peygamberler, maddi ve manevi olarak sömürülen; bedenlerine ve ruhlarına pranga vurulmuş insanlığı, bu müstekbir anlayışların ve emperyalist sistemlerin elinden kurtarmak için gelmiş, Firavun ve Nemrutları Kur`an`ın ifade ettiği gibi, büyük bir inkılap ile yerle bir etmiştir.

7. yüzyıla baktığımızda iki büyük süper gücün kavgasını görürüz. Bizans ve İran İmparatorlukları arasında güç ve hakimiyet savaşı yaşanmaktadır. Bunlar güç ve zenginliklerine rağmen halklarını sindirmiş, tüketmiş ve iktidarlarına hizmet etmek için onları yaşayan köleler hâline getirmişler.

Üstad bu dönemin yaşadığımız çağ ile benzeşen yönlerinin olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Dünya borsası iki büyük süper devletin elinde bulunduğundan, sadece İran ve Bizans paraları geçerliydi ticaret pazarlarında… Uydu devletlerin hemen hepsi, bu iki efendi devletin kur ayarlamalarına tabiydiler. Bugünün dolar hegemonyasını, o gün için İran ve Bizans dinarı elinde bulunduruyordu…”

Siyasi ve ekonomik olarak tüm halkların sömürgeleştirildiği bir dönemde Mekke gibi dünya sahnesinde hiçbir siyasal etkinliği bulunmayan bir şehir devletinden bir nida yükseldi: La ilahe ilallah! Allah Rasulü (s.a.v) öyle bir geldi ki; bütün süper güçleri ve devletleri dize getirdi. Köleleştirilen, ağır vergiler altında beli bükülen halkları emperyalist sultalardan kurtardı.

Efendimiz`in (s.a.v) vefatından sonra hulefa-i raşidin dönemi başladı. Bu dönemde de insanlık için kurtuluş ve özgürlüğün adı “İslam” idi. Fetihler büyüdükçe büyüyor, İslam devletinin sınırları gün geçtikçe genişliyordu. Fakat sonraki dönemlerde iç ihtilaflar, yönetim ve idarede söz sahibi olan bir takım kişilerin adaletsiz tutumları, Müslümanlara ulu`l emr olan bazı kişilerin idarecilik husundaki liyakatsizlikleri Üstadın tabiriyle “yerli emperyalistlerin” türemesine sebebiyet veriyordu.

Abbasilerden sonra hilafet Osmanlılar`a geçince Osmanlılar adaleti önceleyen, mazlumların imdadına koşan bir yol izledi. Bu istikamet Osmanlıları altı asır boyunca, Müslümanların idareciliğine taşıdı, onları ortaçağ boyunca batılıların korkulu rüyası hâline getirdi. Osmanlılar için gerileme dönemi başlayıp, güç ve hakimiyetini kaybetmeye başladığında, İslam dünyası için felaket çanları çalmaya başladı.

Altı yüz yıllık bir devlet gün geçtikçe zayıflıyor, kan kaybediyordu. Tanzimat ile başlayan batılılaşma süreci ise durumu çok farklı bir noktaya getiriyordu. Yani Osmanlı zayıflamakla kalmıyor, batının kültürel bir sömürge alanına dönüşüyordu. Osmanlı paşaları Fransızca konuşuyor, Fransızlar gibi giyiniyorlardı.

Ve Osmanlı`dan bugüne sömürülen, kanı emilen bir coğrafyanın çocukları olarak nasıl sömürüldüğümüzü Üstadın tarih sayfalarından okuyoruz. “Nasıl Sömürüldük” kitabı bu anlamda bir bilgi hazinesi. Bir vakitler dünya mazlumlarının umudu olan, zalimlerin karşısına dikilen müslümanlar; ne yazık ki bugün dünyanın mazlumları hâline gelmişler. İslam ülkeleri kültürel olarak işgal edilmiş, siyasal olarak işgal edilmiş ve ekonomik olarak müslümanlar emperyalist devletlere bağımlı hâle getirilmiştir. Üstadın kitabında ifade ettiği, Mekke`den yükselen sesi duyurma gayreti, Allah`ın izniyle müslümanları yeniden dünya mazlumlarının ümidi kılacaktır…