Hüseyin Sağlam / Analiz
“Fırat Kalkanı” operasyonuna şimdiye kadar ciddi bir tepki vermeyen Suriye rejimi, Türkiye`nin YPG mevzilerini havadan vurmasına ilk kez ciddi bir üslupla eleştirmekle kalmadı, aynı zamanda tehditler de savurdu.
Türkiye`nin hava operasyonu düzenlemesinin ardından Suriye ordusundan yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Suriye hava sahasını bir kez daha ihlal etmeye çalışacak Türk savaş uçaklarının icabına bakılacak ve tüm imkânlar kullanılarak uçaklar düşürülecektir!”
Tehdit dilinin “ciddi” olmasına karşın Türkiye cephesinde hiçbir yankının oluşmaması, en az “tehdit” kadar dikkat çekiciydi.
O halde Suriye ordusu neden tehdit yolunu seçti, Türkiye neden bu tehdidi ciddiye almadı?
Evvela şunu belirtmek gerekir ki, Ortadoğu`da şu an yaşanan çatışma ve kaos ortamı farklı alanlarda cereyan etse de çoğu zaman birbiriyle bağlantılı durumdadır. Örneğin Musul üzerine yaşanan bir gerginliğin Halep ya da bir başka yerde komplikasyon üretmesi çoğu kez kaçınılmaz olabilmektedir.
Büyük ihtimalle Suriye ordusunun söz konusu tehdit açıklamasının Musul üzerindeki gerginlikle önemli bir ilişkisi mevcuttur. Bunun yanı sıra Türkiye`nin tehdidi ciddiye almamasının da başka türlü faktörleri bulunmaktadır.
Halihazırda Suriye`nin hava sahasını büyük oranda kontrol eden güç, Rusya`dır. Türkiye`nin Fırat Kalkanı operasyonuna yönelmesinde de uçak krizinden sonra yeniden başlayan Türk-Rus ilişkisinin önemli bir payı vardır.
Dolayısıyla Türkiye`nin uçaklarına karşı Suriye`nin takınacağı herhangi bir tavır, Türk-Rus ilişkisinin seyriyle doğru orantılıdır. Bu durumda Türkiye ile Rusya arasında ilişkilerin “Bahar mevsimi” yaşaması, istese bile Türkiye`ye karşı Suriye`nin manevra alanını daraltmaktadır.
Kaldı ki Fırat Kalkanı üzerine taraflar arasında bir takım anlaşmaların söz konusu olduğu, Türkiye`nin nereye kadar ilerleyebileceği, kimleri hedef alacağı, buna karşın ne tür taahhütlerde bulunduğuna dair yabancı medya organlarında detaylı bilgiler yer almaktadır.
Durum bu iken Suriye ordusu adına yapılan tehdit, Suriye sahası bağlamında şimdilik havada kalmakla beraber, bunun Musul/Başika üzerine yaşanan tartışmalarla doğrudan bir ilgisinin bulunduğu tahmin edilmektedir.
Şu ihtimali de göz ardı etmemek lazım tabii ki. Ortadoğu gibi kaygan bir zeminde dostluk-düşmanlık ilişkilerinin ilkelere değil, değişken şartlara endeksli olduğu gerçeği bulunmaktadır. Şartlar çoğu zaman anlık değişimler gösterebildiğine göre ilişki biçimlerinin de anlık değişimlere gebe olduğu unutulmamalıdır.
********
Amerika`nın Başika İkiyüzlülüğü
Musul`u İŞİD`den almak için harekât kararı alınmasıyla beraber bir anda Başika tartışması alevlenmeye başladı.
Öncesinde de ara sıra tartışma konusu olsa da bu denli gündem olmadı, gerginliğe yol açmadı.
Burada Türkiye ile Irak arasında yaşanan ve medyanın da çabasıyla “usul” dairesinin dışına taşan Başika meselesini teğet geçelim. Ancak Amerikan yönetiminin “sözcüleri” aracılığıyla yaptığı Başika değerlendirmeleri, bu meselenin daha da alevlenmesine ve karşılıklı restleşmelere kadar vardı.
İlkin Bağdat yönetiminden yana tavır koyan Amerika, “Başika`daki Türkiye askeri varlığı koalisyonun bir parçası değil” açıklamasıyla Türkiye`nin Başika`daki pozisyonunun dolaylı olarak “Gayrı meşru” olduğunu ilan etmiş olmaktaydı. Derken iki taraf ülke yetkililerinin giderek dozajı sertleşen karşılıklı salvolarla bir anda çatışma ihtimalini de barındıracak bir ortam oluşmaya başladı ki, Amerika`nın oluşan gerginlikteki payı azımsanamazdı.
“Gidersin-gitmem, Vururuz-Görürsün” türü tehditlerle Başika bir anda Musul`un da önüne geçerken ABD Savunma Bakanı Ashton`un Ankara ziyaretiyle beraber farklı bir durum belirmeye başladı.
Ashton, bu kez Türkiye`den yana açıklamalar yaparak, Irak ile Türkiye`nin Başika konusunda prensipte anlaştıklarını belirtti. Washington`daki sözcülerden biri ise “Türkiye, şimdiye kadar Irak`ın hassasiyetlerini zorlayacak bir tutum içine girmiş değil” dedi.
Gerçekten de Başika tartışması bu açıklamalardan sonra bir anda sönüverdi. Bölgesel gerginliği hedef alan Amerika, bir kez daha iki ülke arasındaki tartışmadan galip çıkmasını bilmişti.
Bu durum aslında bize şu gerçeği de gösterdi: Bölge ülkeleri en kritik zamanlarda bile kendi aralarındaki sorunlarını, kendilerinin çözme yeteneklerinin olmadığı veya çok kıt olduğu gerçeği.
Amerika, ki Başika krizinin derinleşmesinde önemli bir pay sahibiydi, ancak yeri geldiğinde “melek” rolüne bürünüp bu kez “barıştırma” manevraları yürütebilirken, Türkiye ve Irak kim bilir bu krizin soğukluğunu daha kaç yıl boyunca ilişkilerine yansıtmaktan kurtulamayacaklardır.